Tekdüze akıp giden zamanın içerisinde bir nehrin üzerindeki odun parçası gibi sağdan soldan gelen darbeler, küçük ani dokunuşlar, hayatımızda yer edinen insanların yaşam çizgimize etkileri ile savrulur dururuz oradan oraya.
Tuhaflıklar ve acayiplikler dünyası dediğimiz şu evrende yaşam serüvenimize kattığımız istemeden de olsa dahil olan bazen de sırf biz istiyoruz diye kapı eşiğinden içeriye adım atmasını sağladığımız insanların etkileri nasılda değiştirir yaşam çizgilerimizi.
Yaşam çizgisi dediğimiz bu olguda birçok duygu biçimleri, şekilleri, yoğunlukları sığdırırız hayatımıza. Kalbimize aldığımız sevgililer gibi alırız istemeden ve isteyerek bu duyguları.
Öfke, kin, nefret, kıskançlık, çekememezlik, kuşku duygularını besleriz sinemizde.
Hepsinin de ayrı ayrı yerleri vardır hayatımızda. Kendi köşelerinde öylece dururlar. Yuvalarından başlarını çıkartan serçe kuşları gibi sırası gelen kendini gösteriverir.
Bir kral gibi kurulurlar bulundukları tahta. Emirler yağdırırlar sağdan soldan gelen etkilere göre.
Sizleri bilmem ama ben en çok kuşku duygusuna takılırım nedense.
Kuşku hepimizin hayatında önemli bir yer edinir. Hepimizin hayatını bir yönüyle etkiler ve bazen yumuşak bazen ise sert dokunuşlarla hayatımıza yön verir.
Kabuğundan çıkan vahşi bir yırtıcı hayvan gibi birdenbire beliriverir. Sinsi bir yılanın otların ve çalıların arasından sessizce hissettirmeden ilerlemesini andırır. Küçücük sevimli bir timsahın büyüdükçe sevimsizleşmesini, korkutan bir korkunçluğa ulaşmasını anımsatır.
Kuytu bir köşede gizlenen eli kanlı bir katili hatırlatır. Kurbanına nasıl yaklaşacağını tasarlar bulunduğu kuytu köşeden.
Kuşkulanırız.
Bazı şeylerden kuşku duyarız.
Bir çoğumuz ise her şeyden kuşku duyar.
Kuşkularımız hayatımızın bir parçasıdır. Vücudumuzun organları nasıl ki bizlere ait se, atamıyorsak kuşkularımızda bizlere aittir ve atamayız.
Kuşku bizim doğamızda vardır.
Öfkelenmek gibi, nefret etmek gibi, kıskanmak duygusu gibi besleriz içimizde. Kuşku diğer duygulardan biraz daha farklı bir yerdedir. Tahtına kurulan kraldan da öte kendisini ölümsüz hisseden ilahlaştırılmış bazen kibirli bazen gururlu bir kraldır. İyiden iyiye kurulur kibir ve gurur tahtına. Üst perdeden emirler yağdırır bütün benliğimize.
Hissettiğimizde beynimizi zonklatan, kalbimizi tekleten, gözümüzü yerinden fırlatan, ayağımızı yerden kesen emirlerdir bunlar.
Kuşku hep korkutmuştur ve kendimden bile kuşkulandırmıştır beni.
Kuşkularımız vardır bizlerin.
Her insan kuşkulanır.
Bu insan olmamızın doğasında vardır.
Yolda yürürken arkamıza bakarız ara sıra. Yanı başımızdan geçen, yüzümüze tuhaf tuhaf bakan, az ötemizde garipser tavırlar sergileyen insanlardan kuşkulanırız. Evden çıktıktan sonra kapıyı kapatıp kapatmadığımızdan, fişi çekip çekmediğimizden, pencereyi açık bırakıp bırakmamaktan kuşkulanırız.
Kuşku içimizdedir. Kendimizdendir. Kendimize kuşkuluyuzdur.
Uyandığımızda gördüğümüz bir rüyadan, seyrettiğimiz bir filmin etkisinde kaldığımızda gözlerimizi karanlıkta kapatmaktan, elimizi avuçlarının içerisine alan bir falcının söylemlerinden kuşkulanırız.
Bir ağacın içerisine giren o ağacı yavaş yavaş içten kemiren küçük zararlı bir ağaç kurdudur kuşkularımız.
Hep içimizden içimizden kemirir bizleri.
İçimize düştüğü zaman bizleri ağaç kurdunun girdiği ağacı yavaş yavaş yemesi gibi içten içe eritip bitir.
Depremle yaşarız. Depremle yaşamasını öğrenen, yaşamak zorunda kalan toplumlar gibiyizdir.
Kuşkularımızla yaşamayı öğreniriz. Bizleri kendisine alıştırır. Kendisiyle yaşamaya mecbur bırakır.
Gidecek bir yeri, sığınacak bir damı, çatısı, evi olmayan evsiz insanlar gibi onlarsız hiçbir yere gidemeyiz. Sırtımızdaki yük, elimizdeki bavul, gözümüzdeki düş gibidir. Biz nereye kuşkularımızda oraya gelir.
Sel bölgesinde yaşayan insanların gelebilecek seli kabullenmeleri gibi, bizlerde her an bir yerlerden
çıkıp gelecek, beklediğimiz, gelmesini istemesek de yolunu gözlediğimiz kuşkularımızla yaşamaya alışırız.
Bizleri ne kadar korkutsa da kendi kabuğumuza çekilmek zorunda bıraksa da zamanla alışır ve barışık oluruz kuşkularımızla.
Barışık kuşkularımız vardır.
Bizleri içimize kapatan, hapseden, koyu bir karalığın koynuna atan, izbe köşeler haline getiren, dışarı çıkmamızı imkansız kılan, özgürlüğün tadına bir daha ulaşamayacak esirler yapan kuşkular düşer içimize.
Bizleri öldüren kuşkular.
İnsan sevdiklerinin hep kendisinin olmasını ister. Sadece kendisine ait olmalarını diler ve o yönde çabalar sarf eder.
Sevdiği sadece kendi gözünün içerisine baksın, sadece kendisini düşlesin, sadece kendisini bilsin ve kendinde kaybolsun ister.
Bütün bunların yanı başında bir fidanın filizlenmesi, yeşermesi gibi kuşkular filizlenir ve yeşerir içimizde.
Biz o kuşkuların üzerine düştükçe kuşkularımız büyür. Fidanın güneş ve su görmesiyle büyümesi gibi kocaman bir ağaç olur içimizde.
Kuşku ağacı deriz buna.
Bizler kuşkularımızın üzerine gitmediğimiz zaman, onları görmezden geldiğimiz, duymadığımız, önemsemediğimiz an kuşkularımız küllenen bir ateş gibi söner.
Sevgilinin ceketinin, gömleğinin, bluzunun üzerine düşen bir tel saçtan, hiç görmediğimiz, bakmayan bir tuhaf bakıştan, bir küçük garipsediğimiz nazardan kuşkulanırız.
Beraber büyüdüğümüz kuşkularımız zamanla bizleri nereye götürür?
İçimizde büyüttüğümüz kuşkularımızla nasıl başa çıkarız?
Birde kuşkularımız yerinde değilse, gerçekleşmemişse, hiç sandığımız gibi değilse, aracın duvara toslaması gibi nasıl bir hayal kırıklığı yaşarız?
Değerli eşyalarımızı çaldığını sandığımız hizmetçimizin hiçbir suçu yoksa, biz onları kaybetmişsek, çok
Değer verdiğimiz bir arkadaşımızın sevdiğimizin kalbine kalbini düşürmemişse, biz bir olayda, bir kavgada, olası bir cinayette yanılmış, yanılgıya düşmüş, o yöne itilmiş, yanlış duymuş veya yanlış görmüşsek bizlere yanlış yaptıran, iftira attıran kuşkularımızla nasıl yüzleşecek ve başa çıkacağız?
Evet bu doğru.
Kuşkularımızla yaşarız.
Kuşkularımızla büyürüz biz.
Bir örümcek gibi bütün benliğimizi çepeçevre saran kuşkularımızı içimizde kendi düşünce ellerimizle büyütürüz.
Toprağa diktiğimiz fidanın yeşermesi için ne gerekiyorsa yaparız. Biraz güneş almasını diler, toprağının zararlı otlarını yolar, dibine biraz su döker, gözümüzdeki şefkat damlalarıyla büyümesini bekleriz.
Arada bir kontrol ederiz. Titreriz üzerine. Bir zarar görmemesi için elimizden gelen her şeyi yaparız gerekirse.
Kuşkularımızın da üzerine böyle titreriz. Büyütürüz.
Bütün benliğimizi saran, kendi isteğimizle ileri götürdüğümüz, önüne geçemediğimiz su bentleri, durduramadığımız çağlayan gibi, akıp giden arzularımız denk tuttuğumuz kuşkularımızın bizleri nasıl bir sona sürüklediğini, götürdüğünü düşünüyor muyuz?
Hiç düşünmüş müyüzdür bu büyüttüğümüz, belki de abarttığımız kuşkularımız bir gün ansızın, hiç beklemediğimiz bir zaman da bizi hasta edecek?
Bir hastane odasında veya bir psikiyatri doktorunun karşısında bulduracak abarttığımız, ileri götürdüğümüz kuşkularımız?
Abartmadan, çokta büyütmeden, ileri götürmeden yaşamaya alıştığımız depremler gibi yaşamaya alışmalıyız kuşkularımızla.
Öldüren kuşkularımız var bizim.
Neticesinde kanatan, yaralayan, sızlatan kuşkular büyütürüz içimizde.
Alışmak ve alışarak yaşamak kuşkularla.
Deprem misali…