Utangaç ve çekingen bir çocuktu. İçine kapanık yalnız kalmayı çok severdi. Çocukların yanına pek varmazdı. Oyun oynamak için varsa da, arkadaşları onu:
-Senin boyun kısa, hem seni döven biri olsa sana yardım edecek babanda yok... diye kızdırırlardı .
“Babasız...” lafları küçük Mustafa’yı çok üzüyordu.
Eve geldiğinde de annesi Mustafa’ya;
-Oğlum, babanı öldürenleri sen ne zaman öldüreceksin? diyordu.
Büyük babası da:
-Aslan torunum, hele bir on beş yaşına gelsin eline silahı… ben vereceğim. Ben ona yardım… edip babasının katillerini öldürteceğim, diyordu.
Küçük Mustafa, merhametli ve korkak bir ses tonuyla;
-Benim babam öldü, başka babalar ölmesin... diyerek tepki gösterir ve her zamanki gittiği yere, mezarlığın altında kum yığını olan o yere gider ve lastik ayakkabılarını çıkartır, tek başına oyunlar oynar ve yalnız olmasına rağmen kalabalık bir arkadaş grubu içerisindeymiş gibi oyunlar oynayıp mutlu olurdu.
Oynadığı o oyunlar bazen de çok uzun sürerdi, oracıkta uyuya kalırdı.
Oyununu bitirip de eve gideceği zaman köyün içindeki özden akan suda el ve ayaklarını yıkayarak, lastik ayakkabılarıyla da su doldurup babasının mezarına su taşırdı. Oradaki otlara ve böceklere lastik ayakkabısıyla getirdiği suyu döker, daha sonra evine giderdi.
Ahmet Öğretmen, sınıfına girdi ve öğrencilerine yoklamayı yaptırdı.
-Küçük Mustafa yok , dendi.
Arkadaşlarına sordu. Bir ses:
-Köyün altındaki köprünün üstünde oynarken gördüm, dedi.
Öğretmen, öğrencilerine seslenerek;
Size vereceğim derse sessizce çalışın. Ben Mustafa’ya bir bakayım, diyerek okuldan ayrıldı.
Mustafa, sessiz bir şekilde köprü kenarında taşa sırtını vermiş, elindeki küçük sopayla yerlere şekiller çiziyordu. Sessiz bir şekilde Mustafa’ya doğru yaklaştı.
Öğretmenin geldiğini gören Mustafa, bir anda ayağa kalktı ve çekinerek bir anda kaçmak istedi ancak çok geç olduğunu anladı ve başını öne eğerek öğretmeninden gelecek tepkilere ve dinleyeceği sözlere kendini teslim etti.
Öğretmen, biraz ileride duran taşlardan bir tanesini kucaklayarak Mustafa’nın yanına koydu ve üstüne çömelerek oturdu.
Mustafa’ya dönerek:
-Sen de önündeki o taşa otur, dedi.
Ahmet Öğretmen, Mustafa’ya sevgi dolu ve cesaret verici bir ses tonuyla seslenerek;
-Bana anlatmak istediğin bir şey var mı? dedi.
Mustafa, elindeki sopayla daha önceki yaptığı şekilleri bozarak, aldığı nefeslerini tazeledi, düşündü ve bekledi. Konuşmak istemiyormuş gibi hareketlerde bulundu.
-Öğretmenim şey!!!...
Ben büyümek istemiyorum. Şey!!!..
.Ben okumak istiyorum, dedi.
Zor da olsa derin bir nefes aldı .
Ahmet Öğretmen hafif bir şekilde tebessüm ederek;
-Hadi okumak isteğini anladım da, büyümek istemediğini anlayamadım. Ben senin okumana yardım ederim ama büyümene gelince, orada yardımcı olamam.
Çünkü büyümen, biz insanların elinde olan bir şey değil, dedi ve tebessümlerini gülme ses tonuyla çoğalttı.
- Neden büyümek istemiyorsun? dedi.
Ve büyümenin güzelliklerinden örnekler göstererek fazla gergin olmayan ortamı iyice yumuşattı.
Mustafa cevap vermek zorunda olduğunu anladı ve bir cesaret örneği göstererek pat diye lafa girdi:
-Ben on beş yaşıma geldiğim zaman, bana silah vereceklermiş ve ben babamı öldüren katilleri vurarak öldürecekmişim, diyerek ses tonunu yükseltti ve devam etti:
-Ben kimseyi öldürmek istemiyorum!..Ben hapse düşersem okuyamam, hem Allah’ın verdiği canı ancak Allah alırmış Huri Nenem söylemişti... diyerek içinde dolu olan laflarını sıralayarak öğretmenine birer, birer anlattı.
Öğretmen Mustafa’ya:
-On beş yaşına daha çok var, o zamana kadar bir çare bulacağız. Bunu ikimiz birlikte yapacağız ama önce “okul ve okumak...” onu halledelim.
Bunun da hal ve yolu okula gitmek , ver elini hadi gidelim, dedi.
Mutluluktan Mustafa’nın gözleri parladı ve tüm köye ışık saçıyordu.
Mustafa:
-Öğretmenim, kimseye bunlardan bahsetmeyelim, dedi.
Selam ve dua’larımla.