GÖZLERİMİZDEN soğanların acısıyla sulandırdığı yaşlar gitmeden buyurun bir tane daha. İş ocakları… kocaman uzunlamasına, tüm iş atol yelerinin bulunduğu baraka dediğimiz bir yer.
Barakanın her iki köşelerinde de birer sokak lambası biri yanıyor diğeri yanmıyor bu yüzden ışık yanan lambanın etrafı aydınlık diğer taraflar zifiri karanlıktı.
Işık olan yerden başka bir yere gidemeyen bir nöbetçi… karanlıktan korkup sokak lambasının dibinde kendini adeta oraya mıhlamış gibi sadece nefes alarak gecenin bir yarısındaki o nöbetini tamamlamaya çalışıyordu…
N’oldu? “Kim bu ödlek… nöbetçi” diyorsunuz değilmi?
Kim olacak elbette o benim.
Korkudan bacaklarım titreyip şal dokuyordu ama aslanlar gibi nöbetimi tutuyordum.
Nöbetimin son anlarıydı iş ocaklarının karanlık olan bölümünden karmaşık ve uğultulu bir takım seslerle ve kocaman bir deveye benzeyen beyaz bir cisim bana doğru geliyordu.
Derhal omzumdaki silahımı çapraz duruş vaziyeti alarak mermiyi namlunun ağzına verir gibi mekanizmayı çekip bıraktım.
Silahımda mermi yok ya olsun varmış gibi hareketler yaptım.
Bu arada bana doğru gelen hortlak mıdır hayalet midir bilemiyordum, her ne ise hızla bana yaklaşıyordu.
Ben’ise o nöbet yerini terk etme haricinde ne gerekiyorsa kendime göre hazırlıklarımı yapıyordum.
Korkuysa koçlar gibi korkuyordum saldırmak gerekiyorsa aslanlar gibi saldırmaya hazırdım.
Yaklaşık üç dört metre yaklaşınca belimdeki kasaturayı da silahımın namlusuna takarak ses tonumun volümünü bilmeyerek seslendim:
-Duuur…kimdir o…bak ateş ederim, dedim, hiç tırsmadılar.
Hayalet yavaşta olsa bana doğru geliyordu. Kulağıma gelen sesleri iyice dinleyip analiz ettim ve bizim arkadaşların bana yapmak istedikleri bir şaka olduğuna karar verdim. Ve derhal harekete geçerek silahımın ucunda takılı kasaturayla düşmana saldırır gibi:
-Allah Allah, Allah, diye yaptığım bu taarruz hareketi işe yaradı.
Kocaman görüp tir tir titrediğim o hayalet meğersem bizim bölükteki arkadaşlarmış iki kişi yan yana durarak kol kola girmişler iki arkadaşımızı da omuzlarına alarak başlarına da beyaz bir nevresim geçirmişler.
“haydin gidip bizim Yozgat’lıyı korkutalım” diye bana bu oyunu hazırlamışlar.
Sonra ne oldu derseniz?
Benim taarruz hareketimden dolayı bu seferde onlar korkarak paniklediler çarşafın içinden çıkıp kaçamadılar ve kocaman bir çınar ağacı gibi sırtüstü devrildiler bir taraftan da can havliyle bağırarak
“yapma Yozgatlı biziz biziz… diye korku terleri döküyorlardı çünkü yattıkları yerde çarşafa dolaştılar çıkamıyorlar.
Bende bunu fırsat bilip silahımın ucundaki kasaturayla hafif hafif dokunarak canlarını yakıyordum.
Yani anlayacağınız beni korkutup oyun oynamak isteyen ve çarşafa dolanmış arkadaşlarımla bu seferde ben onları korkutup onların “yapma etme” sesleriyle oyun komayıp oynuyordum.
Daha sonra ne oldu derseniz.
Bölük yemekhanesinde arkadaşlar bir olarak beni yakaladılar ve belimize taktığımız palaskayla belimden bağlayarak yemekhanenin ortasından tavana astılar.
Anlayacağınız o gün yemek yiyemedim sadece yukarıdan aşağıda yemek yiyen arkadaşları seyrediyordum.
Bazı arkadaşlarda elinde bir tabak irmik helvasını yanıma getirip bana koklatıyor bir taraftan da, “helvada çoook güzelmiş” diyor benim irmik helvasını çok sevdiğimi bildiği için bu şakayı yapıyorlardı.
Askerlik bu, anlat anlat bitmiyor siz siz olun varsa askerlik, hastane, hapishane, öğrencilik anılarınızı bir yere yazın saklayın daha sonraları onları anmak çok keyifli oluyor.
Selam ve dua’larımla.