KIŞ aylarıydı. Evinin duvarında asılı yaprak takviminin o günkü yaprağını yırtarak önünü ve arkasındaki yazıları okudu.  Yazılar, Zemherinin  soğuğunu anlatıyor. Rakamlar ise 25 / Ocak, günlerden Salı, Yıl 2005 yazıyordu.
Penceresi  önündeki yolları ve her tarafı da beyaz karlarla kaplanmış. Çocuklar, evlerin bahçelerinde yollarda sağda solda koşuşuyorlar,  benim’de pencereyi açarak kartopu atmayı  ihmal  etmiyorlardı.
Evlerinin yanındaki boş arsada kocaman bir kartopu yaparak penceremin önüne yuvarlayarak getirdiler.  Herkes birer heykeltıraş gibi çalışarak, kocaman kartopunu kısa zamanda boylarından büyük bir kardan adam haline getirdiler, kırmızı havuçla burun yaparak, kömür  parçalarıyla da kara iki göz yaptılar, koluna taktıkları uzun saplı süpürgeyle de ayrı bir süs veriyorlardı. 
Yoldan geçenler ve çocuklar çok mutluydular.  Çünkü çocukluğun ve oyunun tadını doyasıya yaşıyorlardı. Sevincinden gözlerimden parıldayarak saçtığı sevgi ışıkları!... Çocukların  oyunlarını aydınlatıyordu.
Elleri ve ayakları  çok üşüdü tekerlekli sandalyesini sürerek eve gitmek istedi, olmadı. Çünkü elleri ve ayakları sanki buz tutmuştu rahatça kullanamıyordu. Çocuklardan yardım isteyerek evine, sıcacık yanan fırınlı sobanın yanına geldi.  Evin içi sıcacık hoş, bir de Patates kokuyordu.
Annesi sobanın fırınına Patates  koymuş, misler gibi kokular her taraftan hissediliyordu, pişen Patateslerden çocuklara ikramda bulunarak, kaynar, kaynar buharlaşan Patatesler çocukların el ve ağızlarını yakarak afiyetle yeniyor, bir taraftan da Patatesler için teşekkür ederek, oradan ayrılarak, evlerine gitmeleri için müsaade istiyorlardı. Mis kokulu sıcacık  Patateslerin ardından sobanın üzerindeki kaynayan çayda demini aldı.
Çocuklar oradan ayrılmadan;  “hadi daha önce bizlere söz verdiğin şu 'Naciye’yi  anlat  dediler. Hep birlikte bir birlerinin buğulu gözlerine bakınıyorlardı.
Demlenen çaydan bir bardak daha doldurdu, demini almış çay gibi tatlı, tatlı konuşmaya  başladı.
 Anadolu’nun ücra köşesinde köyün birinde çok fakir bir o kadarda kalabalık ailenin kızı Naciye!... kıpır, kıpır neşeli ve bir o kadar da  masum ve nazlı, biri henüz beş yaşında diğer kardeşlerinde olduğu gibi onunda doğum kaydı yoktu. 
!…Bir diğer taraftan da Ankara da çeşitli hastanelerde başhekim yardımcılığı yapan fizik hocası bir doktor!...  iki oğlu ikide kızı var.
 En küçük kızına arkadaş olsun diye Naciye’yi evlatlık alırlar, biraz para ve bir  sürüde vaatler!... vererek  Naciye’yi gözü yaşlı Ankara’ya getirirler. Aradan geçen aylar ve Yıllar: 
-Acıda  olsa  zaman  her şeye  ilaçtır  diyerek. Naciye yalnızlığını söz verilen vaatlerle mutluluğun yollarını arıyordu çok seviniyordu  çünkü: 
-Devlet nüfusuna kayıtlı bir nüfusum olacak ne kadar okul var ise hepsini okuyacağım.  Doktor yok, yok Avukat olacağım yok, yok en iyisi ben Öğretmen olacağım. Köylere giderim orada Öğretmenlik yaparım, kız çocuklarını Okula  göndermeyenlere, 'bakın  ben  nasıl  okudum' diye, onlara okumanın güzelliklerini bir, bir anlatırım, diyerek. 
Yedi yaşlarında küçücük yaşıyla büyük, çook büyük hayaller kuruyordu. 
Aradan geçen yıllar Naciye’nin masumhane ve kararlı niyetleri, hayalleri!...  bir, bir elinden  uçup gitmeye başlamıştı.
Bırakın Naciye’nin tüm okullar okuyup, Öğretmen olmayı ilkokulu  bile ona çok görülüp, okutulmamıştı. 
Çocukların arasından bazıları celallenerek: 
-Bu ne vicdansızlık,  neden o küçük çocuğun hayallerini yıkıp, onun gururuyla oynayıp, dünyayı dar ediyorlar?, bunların amacı neymiş pekiyi,  dediler. 
Soğumuş, yarım kalan çayımdan bir yudum içtim, derince birde iç çekerek, anlatmaya devam ettim: 
-Zengin ve sosyete!...  Müslümanlardan…  olan bu Doktorun ve ailesi Naciye’yi evlatlık değil de küçük kızına oyuncak!... ve evlerine hizmetçi olsun diye almışlar. 
Küçük  Naciye!....  nüfus kağıtsız olarak büyür, kocaman yetişkin!... güzel genç bir kız  olarak serpilir, büyür. 
Küçüklüğündeki fıkır, fıkırlığı, sevgi dolu tertemiz kalbi ve saflığından bir şey kaybetmemişti. Yaşadığı evin anasına ana!... babasına da  baba!... diyordu.
 Doktorun şımarık küçük  kızı!.. Naciye’ den küçük olmasına rağmen Naciye ona  da;  'Abla' diyordu. 
Doktorun evinin bakımı küçük şımarık kızlarının giydirilmesi, hatta ayaklarının yıkatılmasına kadar Naciye ilgileniyordu.  
Kısaca anlatmak istersek; o evin  kölesi!... olmuştu.  Naciye de bu köleliği kabullenerek!... hayatından memnunmuş!... gibi davranarak, şükür ve sabırdan ayrılmıyordu. 
Çocuklardan küçük Salih göz yaşlarını sildi donuk ses tonuyla: 
-Pekiyi sen Naciye’yi nasıl tanıdın, dedi;
-Annem Doktorların yazıhanesin de  temizlik işlerinde çalışıyor, arada birde evlerine gidiyor. Annem Naciye’yle orada görüşüp, tanışıyor, oda olanları bize anlatıyordu. 
Selam  ve  dua’larımla.