MUHİDDİN Arabi bin yıl önce bir cümle kurmuş Şam'da:
-Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır. 
Bir Müslüman beldesinde bu derece ağır bir cümleyi icap ettiren şartlar nelerdir? Onu tarih kitaplarından okursunuz. Biz bin yıl sonrasından ele alalım konuyu. Aşağıda okuyacaklarınız rahatınızı kaçıracaktır belki, o yüzden okumayı burada da bırakabilirsiniz.
Yirminci yüzyılın getirmiş olduğu icatlar ve  teknolojik ilerlemeler insanlara daha rahat yaşamak için kapıları ardına kadar açmıştı. Bedensel çalışmanın azalması ve emeksiz elde edilen konfor insanların burnunu bir kaç karış havaya kaldırmaya yetmişti. 
Meselenin özü gayet basitti: İnsan bireyler yaratmaya başlamıştı. 
Reklamlarda duyarsınız ya falanca marka sizin için ideal aracı yarattı cümlesini, o cümlenin öznesi olan insan kendini "tanrı" olarak görmeye başlamıştı, hem de Herkül gibi kusurlu bir oğul değil, bizzat Zeus'un kendisi. 
Örnek vermeye başlayalım. Çamaşır yıkamak için bir makina icat ediyoruz, makinanın imali için binlerce insan çalıştırıyoruz. Övünmek için kat kat sebebimiz var. Öncelikle bir şey yarattık. Sonra insanların hizmetine sunduk (kullarımız rahat etti) ve insanları çalıştırıp para ödedik. Yani birilerine "ekmek" verdik. Bir tanrının vasıflarına sahip olduk kısaca ve kendimize tapınılmasını istiyoruz. Etrafımızda eğilip tavaf edilmek istiyoruz.
Konuyu anlaşılır hale getirdikten sonra diyelim asıl diyeceğimizi. Okuyucu kişisine soru sorarak başlayalım. 
İlk sorumuz nasıl bir evde oturduğu olsun, elektriği, doğalgazı olan musluğundan suyu akan üç ya da dört  odalı evi olduğunu varsayalım. (Burası kişisel mabedimiz, inkara gerek yok, biz bizeyiz). Bu derece rahat bir evi olan x kişisinin nefsi, çul üstünde topraktan bir evi olan peygambere biat etmez. Dili etse kalbi etmez.
Evimizden devam edelim mevzuya, odalar dolusu eşyalarımız var üstüne titrediğimiz. Mesela HD televizyonumuzu düşüp kırılsa içimiz parçalanır. Mutfak mermeri çatlasa ince hastalığa, meşe parkelerimiz çizilse kansere tutuluruz. Kabenin putlarını yani Kureyşin gözdesi olan putları kıran bir peygamber bize biraz uzak gelir. Her ne kadar yakın saysak da kazın ayağı öyle değil.
Kılık kıyafet üstüne de bir soru soralım. ''Kaç kat elbiseniz kaç çift ayakkabınız var?'' diye sorsak, alacağımız cevaptaki rakamlar minimum üç olur. Bu durumda hilafet Ömer'in hakkı olabilir mi? Bir tane elbisesi olan adam halife olur mu? Halife kim olmalı deseler, dilimiz Ömer dese de nefsimiz "ben" der.
Ev dedik, esbap dedik, araba diyelim. Kapılarının önünde 180 beygir gücünde  araba olanı Ali'nin Düldülü tatmin eder mi? Allahın Aslanı lakabı kime yakışır deseler, dil Ali der belki, kalp ne der adını siz koyun.
Ebubekir'in banka hesabında parası yoktu, hatta banka hesabı yoktu. Borsada hisse senedi de hiç olmadı. Döviz alıp altın da satmadı. Bildiğimiz fakir adam. Hilafet ona mı sana mı yaraşır deseler... 
Gerisi size kalmış.
İslam'ın müjdecisi Hz. Muhammed Kabe'nin dört büyük putunu kırmıştı. Hubel, Lat, Uzza ve Menat. Yani Müslümanlığı seçen bir kişi bu putlara artık tapmayacaktı. 
Peki soralım emin miyiz putların kırıldığından? 
Yani Kabedeki değil içimizdeki putların? 
Kimimiz güce, kimimiz rahata, kimimiz paraya tapmıyor muyuz? 
Bugün yeniden bir Muhiddin çıksa, dese ki "Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır" ne yaparsınız, derisini yüzersiniz değil mi? 
Çok soru sordum, özür dilerim.
Kalın sağlıcakla.