Köylüler mi?1
Onlar 
Birinci Büyük Savaş’a yirmi iki milyon girdiler 
On milyonla çıktılar 
Kocamışlar, kadınlar ve çocuklar olarak onlar 
Çölde Bir-üs Saba’yı2 yeşertenler 
Yenişehir’i onlar kurdular 
Yaylasın diye kaçan ve kaçmayan beyler 
Geri döndü kendiler 
Gide döne gide döne 
Dönmez oldu kendiler 
Kurdular kondularını
*
Diğer kardeşleri gibi Mustafa da atik, atılgan biriydi. İnceydi, geniş omuzlu, kıvrak gövdeliydi. Sorduklarında, Balkan Savaşı’na katıldığını söyledi. Oradan bir sürü yara bir de ağası Şükrü’nün künyesiyle dönmüştü. “İyi at binerim,” dedi. Onu süvari yazdılar. 
Dört kardeş yola çıkmadan önce bir araya geldiler. Birbirlerine sarılıp helalleştiler. ‘Gidip de dönmemek var,’ der gibi bakarlarken birkaç damla yaş gözlerinden kopup yanaklarına yuvarlandı. Yutkunuyorlardı. Bunu birbirlerine göstermemek için yüzlerini çevirdiler, sonra da yürüyüp birazdan yola çıkacak olan kafilelerine katıldılar.
Çok geçmeden Akdağmadeni’nden ayrıldılar. Mustafa Samsun’a gidecekti. Dağları bayırları aştılar. Köylerden, kentlerden geçtiler. Yaşlı gözler, sallanan ellerle uğurlanarak kendilerine katılanları da yanlarına aldılar. Yürüdüler gittiler. Yolculuk kaç gün sürdü bilinmiyor, Samsun’a vardılar. Oradan da birkaç gün sürecek olan deniz yolculuğu ile İstanbul’a. 
Mustafa’nın gözleri arkada kalmıştı. Düğünleri olalı bir yıl bile olmamış, karısı İpek Gelin’i eli koynunda bırakmıştı. Ayrıca İpek Gelin yüklüydü, karnında dört aylık bir çocuğu vardı. Düşündükçe içi sızlıyordu. Körpe karısını geri gelip saracak mıydı çocuğunun yüzünü görecek miydi gözleri yaşlı anasına kavuşup yüzünü güldürecek miydi, ya Tırış Ali’nin Hasan, yüreği bin parça yaşlı babasını bir daha görüp, ‘Geldim, döndüm, üzülme artık,’ diyecek miydi? Bilmiyor, bilemiyordu. Diğerleri gibi o da bilinmez bir yola düşmüş gidiyordu. “Vatani görevdir. Bu her şeyin üstündedir. Yerine getirilmelidir.” Dua etmekten, dişini sıkıp bunlara dayanıp katlanmak başka bir şey gelmiyordu elinden. Yazgısına boyun eğecek, ona ne yazılmışsa çekecekti.
*
İstanbul ne büyük yerdi öyle; insan kaynıyor, içi uğul uğul ediyordu. En çok göze çarpan da parlak üniformalarıyla koşturup duran, askerlere komut yağdıran dimdik, çakı gibi subaylardı. Yeryüzünü kaplayan savaş bulutlarının gölgesi orayı da karartmıştı. Koyu haki urbalar içinde bölük bölük askerler gelip geçiyor, kıyıya yığılmış halk onlara el sallıyor, bayrak sallıyor, alkış veriyordu. Savaş havasına girince o hava çalınıyordu artık: “Savaş başlamıştır, öyleyse savaşılacak, görevler en iyi biçimde yapılacaktır.”3
Mustafa geldiği kafileyle Halil Bey’in komutası altındaki Kuvvei Seferiye Tümeni’nin Süvari Birliğine katıldı.
Halil Paşa tümeniyle bir an önce yola çıkacağını biliyordu. Yoğun çalışıyor, birliklerin talimiyle doğrudan ilgileniyor, onları hazır duruma sokmak için elinden geleni yapıyor, yaptırıyordu. Gelen günlerin neler getireceğini öngörmüştü. Yazgıları sürekli değişiyor, Güneş batarken bir başka, ertesi gün bambaşka oluyordu.4 Savaşın kıvılcımı çok yakıcı, kendiyse korkunç yanıcıydı. Nereye sıçrarsa tutuşuyor orayı yangın ediyordu.
Aralık ayının ortaları beklediği komut geldi. Görevi İran, Tebriz üzerinden Dağıstan’a gitmek, oradaki ayaklanmayı bastırmak, Rusları Hazar Denizi kıyılarından kovmaktı.
*
Soğuktu, kar kıştı. Yola çıktılar. Haydarpaşa, Pozantı, Gülek Boğazı, İskenderun’dan Urfa’ya ulaştılar. Olursa trenle olmazsa yaya olarak yol almışlardı. Urfa’da birkaç gün dinlendiler.
O ara Halil Paşa Ulukışla’ya çağrıldı. Orada buluştuğu yeğeni Enver Paşa, Sarıkamış Harekatı’nın çok kötü sonuçlandığını, o nedenle tümeninin 3. Ordu emrine verilmesini, onun da oluşturulacak yeni bir tümen ile İran’a gitmesini söyledi.5
Sarıkamış Harekatı’nın çok kötü sonuçlanacağını önceden kestiremeyenler harekatın çok kötü sonuçlandığını kimseye bildirmediler. Büyük ağası Salih’in de orada donup kaldığını Mustafa duydu mu duymadı mı bilinmiyor. Sarıkamış’tan sağ kalanlar diğer birliklere katıldığında fısıltıyla da olsa bunu anlatmışlardır kesin. Ancak bu anlattıkları kendi görüp yaşadıklarıyla sınırlı olacağından ne olduğunu bütünüyle anlayamamışlardır.
Çok geçmeden Halil Paşa döndü. Mustafa, Halil Paşa’nın tümeninde kaldı. Toparlandılar, yola çıktılar. Oradan Musul’a geçtiler. Musul’da gerekli donanımı sağlayıp hazır olduktan sonra Revandiz, Reyat yönünde İran’a ilerlediler. Hay’ın güneyinde de yoğun çarpışmalar oldu. Oradan da yine koşullar ya da verilen komutlar gereği geri dönüp Bitlis’e dek geldiler.
Mustafa diğer cephelerdeki kardeşlerini, köyünü, ana babasını, bir de İpek Gelin’i sürekli düşünüyordu kesin. ‘Şimdi ne yapıyorlardır kim bilir, öldüler mi kaldılar mı? Evde kimse de kalmadı. İşler yarı başlı! Anam babamsa yaşlı. Her işe koşturamıyorlardır. Ya karım? Bir de üzeri yüklü. Ne yapıyor nasıl yapıyorsa!’
Ayrıca, ‘Günü geliyor’ diye saydığı günler onlar İran içlerindeyken gelmiş olmalı. ‘Sırası geldi, doğum yapmıştır artık. Kız mı yoksa oğlan mı oldu? Adını ne koydularsa? Ya bir şey olmuşsa ya doğuramamışsa… Ya ona ya çocuğa ya da ikisine de bir şey olmuşsa!’ Savaşın kararttığı içinde böyle bin bir düşünceler de dolaşıyordu kesin. Zor olmalı, gerçekten zor…
Yalçın dağları aşmışlar, hırçın akan ırmakları geçmişlerdi. Kim yerlerde tuzağa düşürmüşler, kim yerlerde tuzaklara düşmüşlerdi. Kimi yerleri girip basmışlar, kimi yerlerde baskın yemişlerdi. Kimi yerlerde yol kesmişler, kimi yerlerde yolları kesilmişti. Başlarını koltuklarında taşıyorlardı, hiçbir yer güvenli değildi. Her an her şey olabiliyordu.
Aradan dokuz on ay geçtiğinde yeni bir komut geldi. Irak’a gideceklerdi. Oraya İngilizler çıkarma yapmış ilerlemekteydiler. Halil Paşa’nın gözünün önüne, tam teçhizatlı ve talimli İngiliz orduları gelip dikildiler. ‘Anlaşılan güzel bir savaş olacak!’ diye düşündü, ‘Osmanlı İmparatorluğunu bölüşenlerden biri olan, üzerinde Güneş’in batmadığı İngiltere İmparatorluğu’nun ordularıyla dövüşecektik… Dövüşürüz…’6 diyordu kendi kendine.
*
Mustafa’nın içinde olduğu süvari birliği yola çıktı. Cizre’ye geldiklerinde şişirilmiş tulumdan yapılan “kelek” dedikleri sallara bindiler. Dicle’nin suları onları aldı götürdü. Uzun bir yolculuktan sonra Bağdat’a vardılar.7
Orada gerekirse süngüyle, ‘çarpışma ölene dektir’8 komutuyla bir sürü savaş ettiler. Ateş, barut, kan içindeydiler. Göğüsleri parçalanarak; başları, kolları, bacakları koparak dövüştüler; öldüler, öldürdüler.
Gittikçe artan çarpışmalar İngilizleri bunalttı. Sıkışan İngilizler edemeyip savunma amaçlı olarak Dicle’nin kıyısında bir kasaba olan Kut’a çekildiler.
Onlar da Kut’u kuşatıp İngilizleri teslim olmaya zorladılar. İngilizler teslim olmadılar. Dışarıdan gelecek yeni İngiliz güçlerine umut bağlamışlardı.
Çoğu, İngiltere İmparatorluğunun egemenliği altındaki ülkelerden getirilen birliklerle saldırmaya başladılar. İşgal altındaki ülkelerinden gelip işgalci sahiplerine yeni işgal toprakları katmak isteyen o birliklerle çok yoğun çarpışmalar oldu.
Onlara karşı en etkili güçlerden biri de Mustafa’nın da içinde olduğu süvari birlikleriydi. Kiminde püskürtüp çil yavrusu gibi dağıtarak kiminde püskürtülüp çil yavrusu gibi dağılarak vurdular, kırdılar, ölümüne savaştılar. Savaş öyleydi ya ölecek ya da öldüreceklerdi. Karşılarındakiler için de öyleydi; onlar da ya ölecek ya da öldüreceklerdi. Ölüp düşenler saymakla bitmiyordu. 
Öyle çok ölüyorlar, öyle çok öldürüyorlardı.