Sizin de hiç hesap etmeden, hesapsız, zamansız yolculuklarınız oldu mu?
Bir trene, bir vapura, bir uçağa ya da otobüs garına uğrayıp nereye gideceğinizi düşünmeden, plansız, hesaplamadan, aklına bile getirmeden, hafızanızın kıvrımlarından, süzgecinden geçirmeden, “oraya gidersem nelerle karşılaşırım, beni neler bekliyor” düşüncesi taşımadan rast gele bir şehre bilet alıp seyahat etmişliğiniz oldu mu?
Benim böyle seyahatlerim çok olmuştur. Bir otobüs garında, bir vapurda hesapsız ve düşünmecesiz yolculuklar biriktirdim yaşam kıyılarımda.
Nereye gittiğimi bilmediğim, orada nasıl insanlarla karşılaşacağım, bir bozkıra mı, yemyeşil çam ormanlarıyla kaplı bir kasabaya mı uğrarım diye düşünmeden ani kararlar verip düşmüşlüğüm olmuştur yollara.
Kerpiç damların sıralandığı meydanındaki çeşmesinden bir yazmalı köy kızının testisine su doldurduğu, yalın ayak tozlu kara topraklarında sarı, esmer benizli sıska çocukların koşturduğu bir bozkır köyüne mi uğrarım.
Denizine güzel alımlı sarışın, esmer, kumral saçlarını savuran, tenleri güneşten yanmış birbirinden güzel dilberlerin salınarak girdiği bir sahil kasabasına mı düşer yolum.
Böyle bir yol hikayesinde düşlerimin arka bahçesine kondururum seni sevgili. Göz bebeklerimin kıyılarında gezinir, kirpiklerime tutunursun düşmemek için. En çokta bir yol hikayesinde girersin aklımın zümrüt kapısından içeriye.
Fikrimin kuytu köşelerinde gezinirsin ben başımı arka koltuğa yaslayıp gözlerimi kaparken. Issız koylarda gezinir gibi düşlerimin arasında gezinirsin hesapsızca. Beni sıkıca sarmalarsın bir yol hikayesinde yalnızlığımın çevrelediği önü söğüt ağaçlarıyla gölgeli dinlenme tesisinde. Ve çayın hep üçüncü yudumunda düşersin yüzüme bir tebessüm olarak. Sevgili sen benim hep hesapsız yolculuklarım oldun.
Bir dağın yamacından geçerken otobüsümüz tarlalar uzanır göz alabildiğine. Başımı hafiften cama yaslarım. Seni düşlemenin ve düşünmenin arasında yolun ortasındaki ince beyaz çizgiler ilişir gözlerime.
Yaşamda bu çizgiler gibi değil midir sevgili?
Yaşamla ölüm arasında sıkışan bu kısacık hayat diliminde otobüsün camına yasladığım başım seni düşünmenin ağırlığını nasılda taşıyor. Tatlı bir rüyanın en umulmadık yerinde uyanmış gibi oluyor benliğim.
Seni ve seninle yaşanmışlıklarımızı geride bırakarak gidiyorum. Anadolu’nun hangi şehrine düşer ayaklarım bilmiyorum. Belki de bir ücra kasabaya götüren otobüsün orta koltuklarından birisine oturmuş ve sağ elimi çeneme dayayıp düşlemekteyim seni sevgili.
Tarla kuşlarının sesleri geliyor camlardan içeriye. Kimsenin duymadığı sadece benim işittiğim o enfes senfoni kulaklarımdan girip ruhumu dinginleştiriyor.
Kuşların buğday başakları üzerindeki göze hoş gelen tatlı oynaşmaları gülümsetiyor beni.
Nedendir bilmem yolculukla birlikte sessizliği seçtim. İnsanların bavul bavul çanta çanta elbise ve eşya taşıdığı yolculuklarında ben sadece sessizliğimi taşıyorum iç cebimde. Sessizliğin ruhuma ve kalbime verdiği huzuru ve dinginliği her bir yol hikayesinde biraz daha büyüttüm.
Elbette şehrin ve beton yığınlarının arasında sevdiğim insanlarla olmak, hasbihal etmek, bir kitapçıya girip kitapların arasında vakit geçirmek isteğim olmuştur. Beton yığınlarının sağırlaştırdığı ruhumu dinlendirmenin elbette bir yolunu bulmuşumdur. Belki sizlerde öylesinizdir. Ancak ben en çok yolculukları ve yol hikayelerini seçtim nedense.
Sevgili yolculuklarla birlikte sessizliğimi ve o sessizliğin içerisine sıkıştırdığım seni de taşıdım gittiğim yerlere.
Hesapsız seyahatlerde ilk tren istasyonunda indiğim, otobüsün ilk dinlenme tesisinde inip bir başka otobüse bindiğim ya da geceyi ve gündüzü o dinlenme tesisinin bulunduğu yeri gezerek geçirdiğim zamanlarım çok olmuştur.
Hesapsız, hep vakitsiz, ani seyahatlerimde entarisi sarıya çalmış, saçları örgülü, güneşten hep gözlerini kısarak bakan köy kızları gördüm. Yol boylarında ellerinde çapaları, tırmıkları olduğu halde sıralanarak tarlalarına giden veya yorgun argın tarla başlarında dinlenerek evlerinin yoluna düşen, saçları ve elleri kınalı, gözleri sürmeli, yüzleri ve gerdanları sıcaktan kavrulmuş köy kızlarına ve kadınlarına rastladım.
Yol nereye götürür, yolun sonu nereye çıkar bilmeden geçen uzun günlerim oldu benim. Karlı dağların eteklerinden geçtim. Yamaçlarında hayvanlarını otlatan Yörük oğlanları, pınarlarında ayaklarını ıslatan güzel Yörük kızlarına rastladım.
Bir bahar gününde öğle serinliğinde veya akşamın alaca karanlığında yoldaydım sevgili. İç cebimden hiç çıkarmadığım sessizliğim, küçücük çantamın içerisinde kitabım ve yanımdan ayırmadığım zulamdaki senin sevgin…
Bir otobüs yolculuğunda rastladım Bekir’e. Tanıştım. Sohbet ettim. İki çocuğu varmış. Üçüncünün yolda olduğunu söyledi. Altı aydan fazla gurbette yaşam sürmüş. “Altı ayı fazla geçirmem eve dönerim” diyor. Çocuklardan bahsetti. Sarı benizli oğlan çocuğu, esmer üzüm gözlü kız çocuğu gülümsetirmiş gözlerini.
Kız kendisine çekmiş. Oğlan çocuğu annesine benzermiş. Pedalı sürekli çıkan bisikletini özlemiş. “Birde hasret” diyor. Gülümsüyor önce sonra acı bir iç çekiyor otobüsün camından uzayan sıra sıra tarlalara bakarak.
Bir köy çardağının altında kahve içiyoruz. Kara yağız, ince zayıf, yüzü elmacık kemiklerinin içerisine kaçmış kahveci kahvelerimizi getiriyor. Kahvenin yanında küçük tabağa konulmuş kayısı kurusu.
Burada genelde çayın yanında veya çaydan sonra kuru kayısı yenirmiş az da olsa. Yanımda oturan uzun çeneli, kıvırcık saçlı sıska adam eliyle sırtımı sıvazlıyor, gülümsüyor yüzüme. “Çaydan sonra yenir genelde. Kahvenin üstüne de olur canım” diyor gülümsemesinin arasında.
Az ötemizde çayırlık uzanıyor. Çayırlığın yanından küçücük iki adım genişliğinde suyu kurudum kuruyacak olan bir dere akıyor. Küçük çocuklar etrafında koşturuyor derenin. Ayaklarını suya sokup çıkartıyorlar. Çayırlığın sol tarafında kavak ağaçları sıralanmış adeta göğü selamlıyorlar. Bu köy iki dağın ve bu iki dağın arasında kalan iki kayalığın tamda ortasına kurulmuş. Köyün ortasında sadece gök yüzünü görürsünüz. Etrafı görmek için önce kayalıkların üzerine sonra da dağların tepelerine çıkmanız gerekecek.
İmece usulü tarlalarda, bahçelerde çalışan, buğday başakları toplayan, sulu domatesleri tahta kasalara dizen, patates çuvallarını tarlaların ortasına sıralayan avuçları emek kokan insanların alın terlerini gördüm.
Bir babanın küçük bir kız çocuğunun gülen gözlerinde kaybolan yorgunluklarına şahit oldum.
Yorgunluktan değil sadece hasretten gözleri göz çukurlarının içerisine çökmüş pencere kenarında oğullarını ve kızlarını bekleyen anne ve babalar buldum.
Benim öyle hesapsız, hiçbir zamanlamam olmadan aniden karar vererek çıktığım seyahatlerim olmuştur sevgili. İç cebimde hep sessizliği taşıdım. Hiç çıkarmadım onu oradan. Küçük bir çantam ve içerisinde kitabım. Birde yanımdan hiç ayırmadığım senin sevgin vardı sevgili. Ve senin haberin olmadan taşıdım onları tüm hesapsız yolculuklarımda.