1970’li yılların sonlarıydı. Çatısız dam evler, kavurucu yaz sıcakları. Köyümüzde elektrik te yoktu. Traktör sadece 1 taneydi. Kağnı, at arabası ve eşekler vardı. Tüm işler omuz gücüyle yapıldığı için yorgun bedenler, soluk benizler, yalın ayak, çatlak dudak, yarık topuk, bitkin bakış, sersefil harap ve bitap haller hakimdi.

    Şimdiki gibi sahte ve sosyete Müslümanlar yoktu. İman, inanç samimi, kulluk bağları sadakatliydi. Zahmetli ırgatlık işleriyle geçen kurak yaz aylarının, saatleri çok uzundu. Saman tozları terle birleşince boyun bölgesinden kaşındırmaya başlar, yorgun ve kirli bedenler kurbağa bibi yerlere sererdi insanları.

    Akşamın serinliği çöküpte, güneş kızıl ufuklardan süzülürken ezana en fazla 2 saat kalmış demekti. Her evden caminin önüne gelip biriken onlarca çocuk, imamın musalla taşına çıkıp, zor duyulan çıplak sesiyle ezan okumasını beklerdi ki “Ezen Ohunuyoooo, Ezen ohunuyoooo” diye keyifli bağırmalarla herkesi haberdar edebilmenin büyük zevkini yamak isterlerdi. 

    Bağlarda Hasan Dede cinsi üzümlerimiz olurdu. Elimize bir sitil alır üzüm, armut, Kaysı, erik getiridik. Sonra caminin önüne iner Hocayı beklerdik. Bizim için ezan okunması haberini vermek, şimdinin en flaş haberini yakalayan gazeteciler gibi gurur verirdi bize. Tabiiki bu durumun  keyfine eşdeğer bir başka ortamdan bahsetmek olanaksız. 

    Saatlerce caminin önünde beklerdik. Kimimiz Akif Hoca’nın evinin önüne gider bekler, ona refakat ederek onu uzaktan takip ederek caminin önüne gelirdik. Akif Hoca 15-20 kere saatine bakar, musalla taşının üzerine çıkar, saatine bir daha bakar, ellerini kulaklarına atar, gözlerini yumar veeee…..

 “Allahu Ekber Allahu Ekber”……. Curcuna ondan sonra kopardı. Farklı farklı yönlere koşan onlarca çocuğun çığlığı hep beraber “Ezen Ohunuyoooo, Ezen Ohunuyoooo”… diye en yüksek desibelden yanaklarımız kızarırcasına, yüksek bir gurur ve heyecanla sadece kendi evimize değil tüm evlere bağıra bağıra haber verirdik. Tüm köyü çocuk çığlıkları sararken, o yaygaradan huylanıp etkilenen eşekler anırır, köpekler havlar, inekler hoğürür, atlar kişner, tavuklar gıdaklar, koyunlar meleşirdi… 

    “Tamam lâ tamam gel gayhli, ekmağni yi” diye evden bi azar işitince gelir iftar sofrasına otururduk. 

O zamanlar ekonomi çok fakirdi ama gönüller de bir o kadar zengindi. Herkesin sofralarında aşağı yukarı hep aynı yiyecekler olurdu. Pilav, turşu, gırmızı salatası, yufka ekmek, üzüm, kaysı, eşgi ve çalhama. Bazen yoğurtlu mantı, kesme aşı veya bulamaşı. Yi babam yi. Kalabalık horantalar ilağençedeki aşlara gaşşıh sallarken adeta bir yarış içinde olurlardı. Helkeyle yapılan çalhamayı, pahır gabah tasıynan ya da laylun meşirefinen tumdur, doldur doldur iç. 

    Yav diyeceksiniz ki ne olmuş yani bunda anlatılacak, haber değeri ne. Basit bir koşuşturma ve ser sefil bir sufra. Bana deve mi yiyonuz sanki diyeceksiniz. Yav ben size nasıl anlatayım o lezzeti, muabbeti, İşte sıkıntı da bu ya… Ordaki mutluluk, o ortamdaki atmosfer, o heyecan ve tat neyse onun bir türlü tarifini yapamıyor, o durumu bir türlü anlatamıyorum. Neydi Yarabbi o huzur, o enerji, o neşe ve o keyif…   

İftarınız kabul olsun 
Rıfat ÇAKIR
ailevecalisma.gov.tr
0537 587 27 80