ANADOLU'nun ücra köşesinde köyün birinde fakir bir o kadarda kalabalık bir ailenin kızı Naciye!... kıpır, kıpır neşeli ve bir o kadarda masum ve nazlı biri henüz beş yaşında bazı kardeşlerinde olduğu gibi onunda doğum kaydı yoktu.   
Bir diğer taraftan da Ankara'da çeşitli hastanelerde başhekim yardımcılığı yapan fizik hocası bir doktor… iki oğlu ikide kızı var en küçük kızına arkadaş… olsun diye Naciye’yi evlatlık… alırlar biraz para ve bir sürüde vaatler vererek Naciye’yi    gözü yaşlı Ankara’ya getirirler aradan geçen aylar ve yıllar:   
-Acıda olsa zaman her şeye ilaçtır, diyerek Naciye yalnızlığını söz verilen vaatlerle mutluluğun yollarını arıyordu çok seviniyordu çünkü: 
-Devlet nüfusuna kayıtlı bir nüfusum  olacak ne kadar okul var ise hepsini okuyacağım doktor yok, yok avukat olacağım  yok, yok en iyisi  ben  öğretmen  olacağım   köylere  giderim  orada  öğretmenlik  yaparım  kız  çocuklarını  okula  göndermeyenlere  bakın  ben  nasıl  okudum  diye  onlara  okumanın  güzelliklerini  bir, bir  anlatırım,  diyerek.   
Yedi yaşlarında küçücük yaşıyla büyük  çook büyük hayaller kuruyordu.   
Aradan geçen  aylar  ve  yıllar  Naciye’nin  masum  hane ve kararlı niyetleri  hayalleri  bir, bir  elinden   uçup  gitmeye  başlamıştı çünkü… bırakın  Naciye’nin tüm okullar  okuyup öğretmen olmayı ilkokulu bile  ona çok görülüp okutulmamıştı.    
Bizimki… bir anda celallenerek:   
-Bu ne vicdansızlık neden o küçük  çocuğun hayallerini  yıkıp  onun  gururuyla  oynayıp dünyayı dar ediyorlar bunların  amacı neymiş  pekiyi,  dedi.   
Soğumuş  yarım  kalan  çayından  bir  yudum  içti  derince  birde  iç  çekerek  anlatmaya  devam  etti:
-Zengin ve sosyete…“üslümanlardan…”  olan  bu  doktor  ve  ailesi  Naciye’yi  evlatlık değil de küçük kızına  oyuncak…  ve  evlerine  hizmetçi…  olsun  diye  almışlar.   
Küçük Naciye nüfus kağıtsız olarak  büyür kocaman yetişkin güzel genç bir  kız olarak serpilir büyür küçüklüğündeki  fıkır, fıkırlığı  sevgi  dolu  tertemiz  kalbi  ve  saflığından  bir  şey  kaybetmemişti.   
Yaşadığı evin anasına ana… babasına da baba… diyordu doktorun şımarık küçük  kızı Naciye’den  küçük olmasına rağmen  ona da: Abla… diyordu.   
Doktorun evinin bakımı  küçük şımarık  kızlarının giydirilmesi hatta ayaklarının  yıkatılmasına kadar Naciye ilgileniyordu kısaca anlatmak istersek o evin kölesi…  olmuştu Naciye de bu köleliği kabullenerek hayatından memnunmuş!  gibi davranarak şükür ve sabırdan ayrılmıyordu.   
Gül ağacı bizimkine bakarak göz yaşlarını sildi donuk ses tonuyla:   
-Pekiyi sen Naciye’yi nasıl tanıdın,  dedi:
-Annem doktorların yazıhanesinde  temizlik işlerinde çalışıyor arada bir de   evlerine gidiyorum annemle Naciye’yle orada görüşüp tanışıyor oda olanları bize  anlatıyordu.   
Bir gün  annem  bana:   
-Oğlum çalıştığım doktorun evindeki  mobilyalardan bazıları tamir olacakmış  usta arıyorlardı bende seni söyledim yarın  kısmet olursa takım çantanı da al birlikte  gidelim  hem  seni  Naciye’yle daha  geniş konuşmanı sağlarım  hem  de  mobilyalarının  tamiri  neyse  yaparsın,  dedi.   
Bende  o  aralar  seyyar  tamir işlerinde çalışıyordum  iyi  olur  diyerek  hazırlıklarımı  yaparak  sabah  erkenden  doktorun  evine  gittik. 
Annem kapının zilini çaldı Naciye kapıyı açarak bir anda sevinç naraları atarcasına:
-Güler abla hoşgeldin,  diye.   
Bizleri sevgi seliyle karşıladı  biraz  içeri  girdiğimizde  evin  hanımı  başı  emanet   güzel  bir  örtüyle  kapalı  bir  şekilde  sessizce  Kur'an okuyordu, daha sonra oda  yanımıza geldi:   
-Hoşgeldin Güler hanım, dedi.   
Beni de  göstererekten:   
-Buda oğlun mu?,  dedi.   
Durakladı Naciye hemen lafa girerek:   
-Anne… oda Güler ablanın büyük oğlu  abim, diyerek.   
Ben kendimi  tanıtmadığım  halde  sanki  bizleri  ve  beni  tanıyormuş  gibi  tanıttı.  Doktorun  hanımı  annemi  büroya  işinin  başına  gönderdi  beni de  tamir  olması  gereken  mobilyaları  birer , birer  göstererek  Naciye’ye  de  seslenerek:   
-Ustanın yanından ayrılma ona yardımcı ol ne isterse ver, diyerek.   
Dışarıda  işleri  varmış  Naciye’yle  beni  baş  başa  bırakarak  gitti.   
Naciye  çırak  oldu  ben  usta  çay  içerek  yemek  yiyerek  yaptığı  güzel  pastalardan  ikramda  bulunarak  birbirlerimizin  geçmişlerinden  hayallerimizden  bahsederek  ve  sabah  gelip  akşam  gitmek  şartıyla  üç  dört  gün  çalıştım. 
Naciye’nin öz babası gelerek bu seferde o özel vaatler sözleriyle kızını alarak  sevgisizde… olsa yetişkin güzel bir kız  olarak büyüdüğü ve ekmeğini yediği  suyunu içtiği o  evden  zorda  olsa  öz  babası  alarak  götürür... 
Doktorun evine  derin  bir  sessizlik  çöker  çünkü  öz  evlatları da  olmasa  onun  yeri başkaydı. Belki de azda olsa ona karşı  bir  sevgileri   varidi  ama  artık  çok geç  kalınmıştı.   
Naciye’nin  yiyecek  ekmeği  ve  içecek  suyu  kalmamıştı  orada. O artık  kısmetini  ve  nasibini  başka  yerlerde  arayıp  çilesini de  oralarda  çekecekti…   
Artık  evlerini  temizleyecek  hizmetçileri de  yoktu  parasıyla  tutulan  hizmetçilerde  istedikleri  gibi  olmuyorlardı.  Az  parayla da  olsa  doktorun  muayene  hanesinde  çalışan  Güler  hanımda  artık  temizliğe  gitmiyordu. 
Sanki ters giden bir şeyler oluyordu  normal gibi görünerek dönen  hayat  çarkı sanki ters dönmeye  başlamışlardı.  Evde  en çok  Naciye’nin yokluğunu  şımarık  büyütülen  küçük kızları… arıyordu  çünkü onu istediği gibi kullana bileceği bir oyuncağı… ve azarlaya bileceği biri  varidi.    Şimdi o ev işlerinde de bir işe yaramıyordu.
Aradan  geçen  zamanlar  sanki  zaman  çarkını  iyice  ters  çevirmişti  doktorun  ve  hanımının  küçük  kızlarına  bol  keseden  harcanan  para  ve  sunulan  imkanlar  onların  canlarını  yakmıştı  çünkü…  şımarık  yetişen  küçük  kızları  erkek  arkadaşıyla  kullandıkları  otomobille  arkadaş  arasında  yarış  düzenliyorlar  sonuçta  birinci  oluyorlardı  ama    ecel  önlerine  gelerek  onları  Azrail’e  yenik  düşürüyordu. 
Küçük  kızın  ölümünden  bir buçuk  yıl  gelmeden evli olan büyük  kızı da  bir  hastalık  sonunda  bütün  profesör  doktorlara  muayene  ettirirler  tek  çare  diyerek  Amerika ya  götürürler.   
Geliciden… gel haberi gelirse  tüm  dünyayı da gezsen  sonuç  boşunadır  çünkü  onun bu dünyada  yiyecek  ekmeği  ve  içecek  suyu  o  kadarmış. 
Ateş  düştüğü  yeri  yakarmış  derler ya  doktorun  ve  hanımının da  canları  çok  yanıyordu  kolay  değildi  gencecik  iki  evlat  kaybetmişlerdi. 
Çekilen bu acılar Naciye’ye karşılık…  olmasa da. O günlerde acıyı bilmeseler de  hiç beklemedikleri bir günde kucaklarında  buldukları bu acılar  alazlı  kor  gibi  yüreklerini  yakarak  canlarını  acıtıyordu. 
Doktorlarla son görüştüklerimde ve aldıklarım haberlerde hanımının felç hastalığına yakalandığı yürüyemez ve yarı konuşur bir halde olduğunu  öğreniyordun... 
-Eveet dostlar kim ne yaparsa kendine  yaparmış, diyerek yaşanmış bu kesitimizi sonlandıralım.
Selam ve dua’larımla.