EMİRCİ SULTAN TÜRBESİ-OSMANPAŞA YOZGAT

Doğup büyüdüğü köyüne, sevdalı olduğu şehrine ve yürekten sevdiği hemşehrilerine samimiyet ve sadakatla hizmet için koşuşturan bir güzel insanı anlatacağım size. Cömert gönlü, misafirperver yönü ve asil ruhu ile herkese güven veren Emirce Kudret ALPKOÇAK’tan bahsetmek istiyorum.

            Bir zamanların en mamur nahiyesi olan Osmanpaşa, merkezi konumu, kalabalık nüfusu, ticari canlılığı, belediyesi, ortaokulu, çeşit çeşit dükkanları, sağlık ocağı, postanesi vs. gibi donatılı imkanlarıyla imrenilir bir kasabayken, siyasetçilerin pembe vaadleri, beceriksiz bürokrasi ve yanıltıcı sözleriyle  güven kazanan tembel zihniyetler yüzünden perişan bir köye dönüşmüş.

Yalan siyaseti ve liyakatsiz bürokrasi bu güzel köyün dalını, belini, kolunu kırmış, ama hangi dalını, kolunu kırarasa kırsın, asla kıramayacağı, sökemeyeceği, ve hiçbir zaman gözardı edemeyeceği bir Ulu Çınarı var bu köyün. Türk kültürünü hakim kılan, yaşantısıyla örnek, özü, sözü bir olan mürşit Hoca Ahmet Yesevi’nin felsefesiyle Anadolu’yu Türk-İslam sentezinde yoğuran, bölgemizin manevi mimarlarından Emirci Sultan diye bir Evliyaullah yatıyor. İslam coğrafyasının her yerinden ziyaretlerle şereflenen türbesine, yüreğinde iman taşıyan her Müslüman samimi dualarını, niyazlarını ulaştırıyor.

Biliyorsunuz dua kapı çalmaktır. Tabii ki kapı her çalındığında açılmaz. Ama hep açılacak umuduyla çalınır. Kudreti ve nimeti sonsuz Yüce Allah, arada kimseler olmadan da her kulunun duasına açık elbette. Ama mağdur gönüller, kendi rızalarıyla bu mübarek zatı referans göstererek dualarını ulaştırırken, çoğu şükür için bu kutsal mekana tekrar geliyor. Yani dualarımız bu ulu zat sayesinde kabul oldu diyorlar.  

Başta çocuk sahibi olmak isteyen aileler, yürüme muzdaripliğindeki sakatlar, iç huzur arayanlar, geçim sıkıntısı çekenler, sosyal kaosları olan fertler ve denmiyor ki diyesin denilen cinsten gönül yarası olan insanlar şifa bulduklarını beyan ederek Emirci Sultan Türbesine tekrar tekrar ziyarete geliyor. Yani bu dergah, duanın, bereketin, mutluluğun ve huzurun merkezi niteliğinde.

            Osmanpaşa’yı şereflendiren Emirce Sultan Hazretlerinin 12. kuşaktan torunu da olan Emirce Kudret ALPKOÇAK, Tekkeşen sıfatıyla bu manevi mimarımızı ve yaydığı atmosferi dünyaya tanıtabilmek için var gücüyle çalışıyor. Moral, kuvvet, kudret ve enerji yüklenmek isteyen hasarlı gönüllere referans oluyor. Gece, gündüz tüm inananların halis dualarını beldesinde daha da yoğunlaştırabilmek için didiniyor. 

Tabiiki bu tanıtım uğraşında önce Resmi kurumların ve tüzel kişiliklerin ikna edilmesi ve yardımı gerektiğini iyi biliyor. Hiçbir kurumda yapmam, etmem, ilgilenmem demiyor. Helede siyasetin meşhur oyalaması şunu yapmalıyız, bunu yapmalıyız, inşallah, Maaşallah, yapacağız, edeceğiz, araştıracağız, inceleteceğiz diyeceğini hepiniz tahmin ediyorsunuzdur. Bu başvuru ve ötelemeler ne zamandan beri olduğunu kendisi bile hatırlamıyor. Siyaset bürokrasi dedik ya anlarsınız işte.   

            Emirce Kudret ALPKOÇAK, bu uğurda ümidini hiç yitirmemiş. Eylemi ve söylemi bir, yaşantısı ile herkese örnek olan, asırlar geçmesine rağmen gönüllerin zirvesinden hiç inmeyen bu değeri ve felsefesini bir gün tüm Dünya tanıyacak inancında.  

Maalisef ki yetkisi olan fakat çenesi kuvvetli kandırma uzmanı tembellerin, dinden çok bahseden imanı zayıf şarlatanların, milliyet ve maneviyattan sürekli dem vururken ahlak ve erdemden yoksun  vurdumduymaz filim fırıldakların bol olduğu bir kulvarda, daha türbeye ait eski yazıların tercümesi bile yapılamamış.

Emirce Kudret ALPKOÇAK, samimi inanç ve emeğe sahip, yardım ulaştırabilecek yetkide birilerini bulabilirim ümidiyle yinede sürekli koşuşturuyor.

Gelen geçen yolculara, fakir ve muhtaçlara 721 yıl boyunca sürekli karşılıksız yemek ve barınma hizmeti sağlayan bu kutsal mekanın duygu atmosferini anlatmak çok güç ama, aslında yapılacak şeyler çok basit. Valilik ilgili kuruluşlardan tarihçileri, din bilginlerini ve alanla ilgili uzmanları talep edip, mekanı, sahibini ve felsefesini anlaşılır bir biçimde tanımlayacak. Kültür ve Turizm Bakanlığına proje sunulup finansal destek sağlanarak Emirci Sultan adına festivaller, anma günleri tertip edilecek. Bozok Üniversitesi aracılığı ile de konferanslar, forumlar, paneller düzenlenecek. Hem Osmanpaşa canlanacak, hem Yozgat şahlanacak. En önemlisi hemde halk bu değerini tanıyacak, bilgi sahibi olacak.   

            Emirce Sultan Türbesi şu anda mağdur ziyaretçilerin dertlerinden arındığı, şükür ziyaretleri ve mihnet anlatılarıyla tanınıyor. Yani Resmi hiçbir katkı yok. Önüne bir kurum tabelası asmak, bakım, dikim yapmak Resmi bir hizmet için yeterli değil elbette. İllaki tanıtım illaki tanıtım. Terbiyenin, ahlakın, dürüstlüğün ve faziletin sembolü niteliğindeki bu değerin felsefesi sadece Türkiye’ye değil tüm Dünya’ya anlatılmalı.

Elbetteki bu mekanı tanıtanların ve şifa bulan bir çok ziyaretçinin sınırsız saygı ve mihnetlerini belirtirken ifadelerini abartığı da söylenilebilir. Örneğin Çin diyarına musallat olan bir ejderhanın tahta kılıçla katli, mevsimi haricinde hocasının üzüm istediği ve anında sunduğu, bir orduyu küçük bir tencerede pişen yemekle dolup taşırarak doyurduğu, binlerce atı bir torba arpayla beslediği gibi akıl sınırlarını zorlayan kerametleri anlatılıyor. Ben 5 vakit namaz kılan, ibadete çok zaman harcayan biri değilim ama, samimi inançların hepsinide sonsuz bir saygıyla karşılarım. İnancımız, sevgimiz, saygımız olmasa zaten bu veliullahın huzuruna gidemeyiz.

Tabiiki insan çaresiz olunca efsanevi anlatılara ve akıl sınırlarını zorlayan kerametlere inanması çok daha kolay oluyor. Burda yatan mübarek zat herkesin gözünün önünde adaletli, yardımsever, temiz ve ahlaklı yaşantısıyla sonsuz bir saygı görmüş, bilgisi, kültürü ve hayırlı öğütleriyle çevresinde mükemmel insanlar yetiştirmiş. Türk aklı, Türk Nezaketi ve Türk samimiyetiyle toplumların hasarlı gönüllerini tamir yolunda çok etkili teşhis ve tedavileri olmuş. Ne adı, ne izi ne de gönlü silinmiş. Bilgiyi, temizliği, mülkiyet hakkını, çalışarak kazanmanın erdemini, kötülük edenlere bile tevazuyla yardım edilmesi gerektiğini, hep güçsüzün yanında olununca Allah’a daha da yaklaşılacağını, selamlaşmayı, barışı, kardeşliği, aç gözlülükten uzak durmayı, azla yetinmeyi, düşkünü kollamayı öğretmiş. Erişilmez bir gönül olduğunu herkese kanıtlamış. Asırlar geçmesine rağmen şimdi bile hata yapan insanlar onun ebedi istiratgahından ve yaşam felsefesinden utanarak kendine çeki düzen verebiliyor.

Aslında Emirci Sultanı anlamak için Horasan Erenleri kimlerdir, Horasan Neresidir, buralara ne maksatla gelmişler ve bu coğrafyada neler yapmışlar ona bir bakmak lazım. Yoksa körü körüne uçtu, kaçtı, kesti, kırdı vs. gibi efsanevi masallara inansan bi dert, inanmasan bi dert.

Şehrimizdeki tüm kültür kurumları, dünyanın her yerinde yaşayan hemşehrilerimiz ve bu güzergahta sözü dinlenilmesi gereken akademisyenlerimiz, din görevlilerimiz ve bütün kültür insanlarımız tarafından, islam dinini ve Türk felsefesini en doğru haliyle yorumlayan bu zat-ı muhteremin acilen dünyaya tanıtılması gerekiyor. Sadece Kudret ALPKOÇAK’la değil, Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri, tüm tarih ve kültür kurumlarımızla tabii ki.

Yöremizde tanınan hali, türbesinde asılı kitabesi ve kaynaklarda geçen tarihçesiyle Emirci Sultan’ı şöyle anlatayım sizlere;

Muhalif görüşler olmasına rağmen Emirci Sultan’ın Şeyh Ahmed Yesevî Hazretleri'nin öğrencisi olduğu belli. Babasının adı Muhammed, kendi lakabı ise Şerefüddin’dir. Tam olarak adı ise Şeref’ud-din İsmail bin Muhammed olarak geçiyor. Tasavvuf terbiyesini Horasan’da, Hoca Ahmed Yesevî’den alan bu güzel insanın dereceler aşarak hilafet almaya hak kazandığı görülüyor. Babai isyanları esnasında 1240 yılında Osmanpaşa’da rahmete ermiş ve vasiyeti gereği buraya defnolmuş. Doğum tarihi belli değil ama 12. asrın ortalarında doğduğu tahmin ediliyor. Bazı kaynaklarda ecdadının Veysel Karani Hazretleri'nin sohbetleriyle şereflendiği ve duasını aldığı da anlatılıyor.

Emirci Sultan adına anlatılan mucizelerinden bazıları şöyle. Birgün Hoca Ahmed Yesevî’nin dergahına Çin'li tüccarlar geliyor. Yaşadıkları yerde yedi başlı bir ejderha türediğini, herkesi korkutup ülkede huzur bırakmadığını söyleyip, yardım istiyorlar. Tüccarların sıkıntılı halllerine bakıp, öğrencilerine dönüyor ve "Bu Ejderin öldürülmesi gerekiyor. Onu öldürmeye hanginiz gider?" diye soruyor. Öğrenciler saklanır edalar, korkak ve ürkek ses tonlarıyla hocalarına "Emir sizindir" diyorlar.

Hoca Ahmet Yesevi; öğrencilerin çekingen hallerini memnuniyetsiz bir ifadeyle izlerken, Emirci Sultan Şerefüddin Efendi kalkıyor ve “Müsaade ederseniz ben gitmek istiyorum” diyor. Şeyh Hazretleri "Allah yardımcın, uğrun da açık olsun" diyerek dua ediyor, beline bir tahta kılıç kuşandırıyor ve Çin’den gelenlerle beraber onu gönderiyor..

Emirci Sultan Şerefüddin Efendi Çin'e gidiyor. Bahsedilen yedi başlı ejderhayı bir nehrin kenarında yakalıyor. Tahta kılıçla bir vuruşta dört başını koparıyor ve ejderha o yarayla nehre düşerek boğulup ölüyor. Tekrar Yesevî dergâhına dönüyor ve “Verdiğiniz emri yerine getirdim hocam” diyor, elini öpüyor. Bunun üzerine Ahmed Yesevî Hazretleri ona "Emîr-i Çin" lakabını veriyor ve himmet buyurarak onu yüce makamlara ulaştırıyor.

Ahmed Yesevî Hazretleri'nin 1194 yılında vefatı üzerine, Emir-i Çin Efendi, hocasının ayrılığına dayanamayor. Mürşidinin gözde talebelerinden Avşar Baba, Şeyh Nusrat, Gaygay Dede, Pir Dede ve Pertev Sultan gibi o da yeni yurt yuva tutmak, İslamiyet'i yaymak ve felsefesini irşat amacıyla Türkistan'ı terkediyor. Yanında kendi talebesi olan İmad Sultan'la beraber 1204 yılında Rum diyarına yani Anadolu’ya doğru yola çıkıyor.

Önce Keykavus kalesinin yakınlarında olan Sorgun’un Şahmuratlı Köyüne geliyor ve Kalecikkaya eteklerinde bir süre konaklıyor. Şahmuratlı Köyünde kaldığı günlerden birinde, rüyasında Mürşidi Şeyh Ahmed Yesevî Hazretleri'ni görüyor. Şeyhi ona diyor ki; "Bu yakınlarda bir köy var. Halkı gelip geçen misafir yolcuları öldürüyor. Onların irşadı ve yetiştirilme görevi senin” diyor. 

Uyandığında İmad Sultan'la birlikte yola çıkıyor. Soruyor, soruşturuyor. Osmanpaşa köyü olduğunu öğreniyor. Alcı Köyü ve Karga Köyü üzerinden o zamanki adı Keçikıran olan Osmanpaşa Köyüne geliyor, misafir oluyorlar. Söyledikleri doğrular ve yaşamındaki uyum ile tüm gönüllere giriyorlar ve buraya yerleşiyorlar. Meraklı köylülere bu köyün kusur ve hatalarını kapıdaki öküzlerden ve bazı hayvanlardan öğrendiğini söylemesi gibi bazı kerametler göstererek insanları etkilediği de söyleniliyor. Köyün kıyısına Ahşap bir zaviye yaptırıyor, köylülere ve çevreden gelenlere eğitim, bilgi, vaaz ve nasihatler vermeye başlıyor.

Yöre de anlatılan İkinci bir menkıbe de; Emir-i Çini Sultan, aldığı görev üzerine Veysel Karani’nin torunu Mehmed-i Şerafetdin, İsfahanlı Halit Paşa ve İmam Hüseyin’in torunu Sekune Hanımla birlikte Anadolu’nun irşadı için Osmanpaşa köyüne geliyor. O sıralar Seyid-i Battal Gazi de Rum-i Kayseri üzerine yürüyor. İkisi de gittikleri yerleri fethediyorlar. Emir-i Çin-i kendisi ölür veya şehit olursa şimdiki türbesinin bulunduğu yere defnedilmesini vasiyet ediyor.

Fetih sonunda Emir Çini, şimdiki ebedi istirahatgahının bulunduğu yerde tekke kurarak mürid yetiştirmeye başlıyor. Adı ve ünü her tarafta duyuluyor. Bu ünü duyanlardan birisi de Sivas Valisi Osman Paşa’dır. Şeyh Emir-i Çin’i ziyaret etmek istiyor ve yola çıkıyor. Köye yaklaşırken Gelin Güllü ve Yudan Köyleri arasında bir müddet konaklıyor istirahat ediyor. Bir ulakla Emir-i Çin’e “Kendisini ziyaret edeceğini belirterek askerleri için yiyecek, atları için arpa temin edilip, edilemeyeceğini soruyor, haber gönderiyor. 

Şeyh Emir-i Çin gelen ulağa; “Buyursunlar gelsinler” diyor. Sivas Valisi osman Paşa geldiğinde bakıyor ki Türbe basit ahşap bir yapı. Bir tarafta bir çinik arpa, diğer tarafta da kaynayan küçük bir kazan var. Emiri Çin hazretleri buyur ettiği halde kendisi için hiçbir hazırlık yapmamış. Memnuniyetsiz ifadelerle soruyor tabiiki..

“Hocam, ben sana askerlerimle beraber geliyorum diye haber gönderdim, sizde gelin dediniz fakat hiçbir hazırlık yapmamışsınız bizi mağdur ettiniz.“ diyor. Şeyh çinikteki arpayı ve keklik kazanındaki yemeği göstererek,

“Paşam, buyurun gelin, bu hazırlık sizin için” diyor. Paşa hiddetleniyor. “Siz bizimle alaymı ediyorsunuz.” Askerlerin de morali bozuk. Şeyh askerlere ısrar ediyor. “Alın evladım, buyurun burda atlarınıza da, sizede yetecek kadar erzak var diyor.” Tüm askerler o bir çinik arpadan alıyorlar, atının torbasını dolduran gidiyor ama arpa bitmiyor. Yemekte öyle. Küçücük kazanda ki pilavı o kadar asker bol bol yiyor, hepsi de doyuyor fakat bitiremiyorlar.

Durumu hayretle seyreden Osman Paşa, tüm ünvanlarından istifa ederek Şeyh’in yanında mürit olarak kalmak istiyor. Şeyh de; Önce git askerlerini teslim et, sonra görevinden istifa et ve gel“ diyor. Osman Paşa denileni yapıyor ve Şeyh’in yanına gelip, müridi oluyor. Osman Paşa variyetlidir. Etraftan toprak alıyor ve Şeyhine ve zaviyesine vakfediyor. Zaviyeyi tekrar inşa ettirip, genişletiyor.

Şeyh, Paşa’ya; “Madem ki sen her şeyini bırakıp buraya geldin, bu tekkeye senin adını veriyorum, Osman Paşa Tekkesi diyelim” der ve bu köyün adı artık Osmanpaşa Tekkesi, Şeyhin adıda bundan sonra Emirci Sultan, ya da Emir-i Çin Osman olarak anılıyor.

Babai isyanları esnasında şehit edilen şeyhin türbesi bu köydedir. Türbe köy camisine bitişik, kubbeli, kübik, moloz top yapıdadır. Yapılış tarihi bilinmemektedir. Sandukasının 1240’dan sonra yapıldığı tahmin edilmektedir. Albenili bir ışıklandırma ve havuzla süslemişler. Aslında güzel bir tanıtım videosu da çekmiştik. Fakat silindi diye yayınlanmayınca yapacak bir şey yok. Yine gelip bir video çekeceğiz inşallah. Türbe içine güneydeki yuvarlak çift kurallı büyük bir kapıdan giriliyor. Dört sanduka daha var. Sandukaların en eskisi Emir Sultan Şeref’ud-din İsmail bin Muhammed ‘e ait. Sandukayı saygıyla kaldırıp altına baktık. Mezar taşının üzerinde boydan boya eski yazı var. Bunlar bilen uzmanlarca okutulup, tercüme ettirilmesi lazım.

Evet güzel insanlar. Emirci Sultan türbesine gelen ziyaretçiler, dualarının kabul olduğunu görünce onla ilgili birçok menkıbe anlatıyor. Yüceltiyorlar, yükseltiyorlar, herkes samimi dualarıyla huzuruna çıkıyorlar. O, Osmanpaşa’dan etrafı aydınlatan nurlu bir ışık. Donanımlı bir alim, erişilmez bir filozof.

Yazımın başında da dediğim gibi Emirci Sultan bir Horasan Ereni. Horasan Erenleri irşatla görevlendirildiği mekanlarda çevresine maddi ve manevi temizlik, ahlak, iffet, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma, görgü ve erdem gibi sağlıklı bilgiler aşılıyor. İyi-kötü, zengin-fakir, suçlu-suçsuz ayırt etmeden tüm insanlara yardım ediyorlar. Haliye kaynaştıran, birleştiren, kötülükleri izole eden misyonlar üstlenirken, söylem ve eylemlerindeki uyum nedeniyle asırlar bile geçse unutulmuyorlar, herkesin gözünde sürekli yüceliyorlar.

Türk milletinin felsefi görüş ve inanç güzergahına klavuz olan Horasan erenlerini ve Horasan’ı tanımak gerekirse; Horasan Erenleri İslami ilimlerin merkezlerinden Horasan bölgesinde 1093-1166 yılları arasında yaşayan Ahmed Yesevi’nin, Anadolu’yu İslamlaştırmak için seçip gönderdiği dervişleridir. Ahmet Yesevi’nin, medrese tahsili görmüş, İslami ilimleri yaşantılarıyla içselleştirmiş öğrencileri Anadolu topraklarına gelerek her tarafta İslam’ı kendi felsefeleriyle tebliğ etmişlerdir.  Sözleriyle yaşantıları arasındaki uyumu gören birçok gayrimüslim bu insanları çabuk sevmiş ve  sayelerinde Müslüman olmuşlardır. Anadolu’nun Türklere kapılarını daha rahat açması da bunların sayesinde olmuştur. Bu dervişlerin türbeleri İsam coğrafyasının her yerinde hâlen ziyaret edilmektedir.

“Horasan” adı, “hûr-güneş” ve “âsân-doğan” kelimelerinin birleşmesinden ortaya çıkan Farsça bir tamlamadır. Yani anlamı “Güneş’in doğduğu yer (meşrık), güneş ülkesi, doğu bölgesi” demektir.

Bu toprakların sınırları ise; Türkmenistan’ın Merv, Nesa ve Serahs şehirleri, Afganistan’ın Belh ve Herat bölgesiyle İran’ın Meşhed şehrinide içine alan kuzey doğusunda ki çok geniş bir coğrafi bölgenin toplamıdır. Hz.Muhammed Horasan için “meşrık, yani güneşin doğduğu yer” diyordu. Peygamberimiz zamanında şarkta, meşrıkta, yani Horasan’da bir çok kavimle birlikte çok sayıda da Türk yaşıyordu. Romalılar da 7. Yüzyıllarda Anadolu’nun bir kesimine Horasan’ın kelime anlamına gelen; “Anatolid” “Güneşin doğduğu yer ve meşrık” diyordu.

Türkler Hz. Muhammed’in “Meşrık-doğu” dediği yerden, bir başka meşrık ve bir başka kültürün merkezi olan “Anatolia-Doğu ve Güneşin Doğduğu Yer” diye bilinen topraklara yerleşmişlerdi. Burası da tam kelime anlamıyla bir Horasan’dı.

Horasan Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde Müslüman Araplar tarafından fethedildikten sonra bölgenin İslamlaştırılması için buralara Müslüman Arap aileler yerleştirilmişti.  Türkler hiçbir baskı altında kalmadan işte bu Müslüman aileler sayesinde islamı sevdi ve benimsedi. Türklerin İslamla şereflenmesiyle dinimizin ahlak, erdem ve hoşgörü boyutu dahada zenginleşti, daha geniş kitlelere islam yayıldı.

Bugün Dünyanın neresine giderseniz gidin, nerede bir evliya kabri varsa bilinizki orası kesinlikle Türk toprağıdır. Evliya kabirleri ve türbeler başka ulusların sınırlarında kalsa bile mutlaka ordan bir Türk izi, Türk medeniyeti ve Türk gönlü geçmiştir. Zaten evliyası olmayan yerde Türk de yok demektir.

Altaylardan Macaristan düzlüklerine, Balkanlardan Mağrip ülkelerine kadar nerede ne kadar türbe varsa Türklerin eseridir. Türbeler İslam’ın ve Türkün en sağlam mührüdür. Bu toprakların bizim olduğunu gösteren tapu senetleridir.

Türklerin saygısı ve duası çok samimi ve gönüldendir. Yaşayan bir alim, iz bırakan bir değer, kesinlikle gönüllerde ölmez. Öldü denilirse onun öğretileri ve güzellikleri de ölür.

Horasan Erenleri önce hayatlarında yaptıkları hizmetler ve örnek kişilikleriyle kitleleri etkilediler ve Rum toprağını (Anadolu’yu) İslam toprağı yaptılar. Öbür dünyaya intikallerinden sonra da hatıraları ve himmetlerini bu topraklardan ve insanlardan eksik etmediler, hizmetlerine devam ettiler. Bu toprakların mührünü taşıdılar.

“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”. Bu Alperenler, nefsinden arınıp Allah’a vuslat bulduktan sonra, yeni­den halkın içine dönen ve Hakk taliplerine “Bir basiret üzere aynı yolu gösteren” (12/Yusuf:108) gerçek Münevverlerdir ki; “Ölü iken diriltip, kendisine bir nur verdiğimiz ve bu nur ile insanlar arasında dolaşan kimse ile karanlıklar içinde kalmış ve buradan bir türlü çıkamayanların hali aynı olur mu?” (6/En’am:122) ayetinde tarif edilen “Nur saçan Kandillerdir.” (33/Ahzab:46) Cahiller ölü, gerçek Münevver olan bu Bilge Zatlar diridirler. “Kâfirler istemeseler de Allah Nurunu bu münevverlerle tamamlayacaktır.” (9/Tevbe:32) Onların himmeti inşallah kıyamete kadar devam edecek ve bu topraklar İslam’ın ve Türkün Yurdu olarak kalacaktır.

Osmanpaşa Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Sayın Gürbüz ÜNAL ve eski Başkan Neşet YILMAZSOY’un da emeklerini yazmadan edemeyeceğim. Kısmet olursa sosyal ağlardan yayınlanmak üzere bir tanıtım videosu çekip seslendireceğiz. Bozok Üniverfsitesi akademisyenlerine ve Bozok Kültür Edebiyat Derfneğine bir program yaptıracağız.

İşte güzel insanlar, Yozgat topraklarında böyle mübarek bir değer yatıyor. Halkımızın  çoğu kim olduğunu bilmiyorlar ki, felsefesini idrak etsin. Ekranlarda akşama kadar sakız oruç bozarmı, dolar artınca dolarla yaptığım sevap artarmı gibi Müslümanları cahil gösteren, küçülten yayınların hergün yapıldığı bir yerde, nefretten arınma, engin bir tevazu, mülikyet hakkına saygı, komşuluk erdemi, yardımlaşma, mağduru gözetme, güçsüzün yanında olma, barış, kardeşlik, bilgi ve ahlak gibi yükek erdemleri öğütleyen derya gönüllü bir değeri göz ardı ediyorlar. Her kanalda ahlakı sıkıntılı, eylemi ve söylemi zıt şarlatanları dinliyor, inancı, ilkesi ve ülküsü ile toplum mühendisi olan bu kıymetlerimizi unutuyoruz. Seçilenler, atanalar ve bu alanla ilgili yetkililerin göz ardı ettiği bu zenginliğimizi sadece Tekkeşen sıfatıyla Emirce Kudret ALPKOÇAK tanıtmaya, yaşatmaya çalışıyor. Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran kadar ünlü bu velimiz gibi daha ne hazinelerimiz, ne unutulmaz imrenilir değerlerimiz var hiç birimizin haberi yok.

Tüm Dünyadaki hasarlı gönülleri, şifa bulmaları dileğimle Yozgat Osmanpaşa Köyüne, Emirce Sultan Türbesine dua ve ziyarete davet ediyorum.  

Rıfat ÇAKIR

ailevecalisma.gov.tr

0537 587 27 80