Bizim kültürümüzde eleştiriden söz etmek, hele hele din, devlet ve devlet adamlarını, yöneticileri eleştirmek tenkid etmek pek hoş karşılanmaz. Geçenlerde bir meslektaşımla sanat eleştirisinden başlayarak, yukarda saydığım konulara ve günümüzün olaylarına şöyle bir dokunup geçtik. Üniversite yıllarımda sanat ve eğitim eleştirisi okuttuğum için bu konulara ihtiyatla yaklaştım. Meslektaşım benim bu deneyimimi umursamadan bizim kültürümüzde eleştiri olmadığını, bunun başlıca sebebinin de İslamiyet olduğunu, bu yüzden geri kaldığımızı söylemeye çalıştı.
Kulaklarım bu tür hezeyanlara yabancı olmadığı halde, şaşırdım ve üzüldüm. Üzüldüm, çünkü, bu meslektaşımın beni yakından tanıdığını sanıyordum. Okumadan fikir sahibi olan bu meslektaşımın eleştirisini, eleştirmek, bileştirmek istedim, sonra vazgeçtim.
Besbelli bu meslektaşım bilmediğini bilmiyordu. Düğün evinden haberi yok cıkcıkıya göbek atıyordu. İşte bu deneme, bu nedenle eleştiri (tenkid) konusu üstüne yoğunlaştı.
Öncelikle eleştirinin eleştirisini yaparak başlayalım işe. Türkçemizde eleştiri diye bir kelime yok, olsaydı bilmek fiilinden bileştiri, dilemek fiilinden dileştiri de olurdu!
Eleştiri, arapça tenkid kelimesinin yerine kullanılıyor (üstelik arap dilinde de böyle bir kelime yok) ve kelime tutulmuş olmalı ki kullanılıyor. Eleştiri, hata bulmak, karalamak, kakıç kakmak için değil, öncelikle anlamak için yapılan nesnel, tarafsız bir işlem olmalıdır. Eleştiri böyle anlaşıldığı için kimse eleştiriden, eleştirilmekten hoşlanmaz. Eleştirmenin genel kültür, tarih, felsefe ve dil açılarından birikimi, donanımı olmalıdır. Eleştiri doğru yapılırsa, farklı görüşleri tolere eder. Değişik, farklı bakış açıları, yorumlar hayatımızı zenginleştirir. Eleştiri olmadan bir toplumun ilerlemesi, demokrasiyi, anlaması beklenemez.
Hiçbir yorumun son ve kesin olduğunu iddia edemeyiz, daha başka daha zengin, donanımlı  yorumlar da olacaktır, olabilir. Yorumlar daha doğru ve kesin karar vermemize katkıda bulunurlar. Bu kısa özet tanımlamadan sonra gelelim bizim kültürümüzde eleştirinin yerine. Bugünlerde demokrasi, ifade özgürlüğü şemsiyesi altında sağa-sola taş atanlara, hicivle -ki o da eleştiridir- cevap vermek uygun olurdu. Bilindiği gibi bizde hiciv edebiyatı çok zengin, çok renkli ve eğlencelidir. Hiciv ustalarımızdan Nesimî, Nef’î, Figanî, Mantıkî Şair Eşref, Neyzen Tevfik bu alanın tanınmış ustalarıdır.
Hemen hemen bütün  şairler hicivle, dolayısıyla eleştiriyle ilgilenmişlerdir. Sırası gelmişken şuara tezkirelerinin de bir bakıma eleştiri olduğunu belirtelim. İslamiyetin terakkiye engel olduğu iftirasına gelince, şu beyit, hem önceki ve hem sonraki iftiralara cevaptır.
İslam imiş devlete pabend-i terakki
Evvel yoğidi işbu rivayet yeni çıktı.
Seyrani sözüne dahlimizi bağışlasın bakın ne demiş.
Boy kürkünü  beğenmiyor köçekler
Atasına akıl verir çocuklar
Yumurtadan burnu çıkan cücükler
Horoz oldum diye cık cık ötüyor.
İslam’a dil uzatanlar Ortaçağ İslam dünyasına, Batı ile mukayese ederek baksınlar. Avrupa’nın Üstüne Doğan İslam Güneşi adlı eseri okusunlar. Ne diyelim, illâ dostun attığı gül yaralar bizi. Hâceye varsın ol ebcedhanlar. Cehlin ol kadarı ancak tedris ile mümkündür. Bilmem okuyucularım farkındalar mı, yazılarımda siyasetin kaygan, kaypak zeminine basmak istemiyorum. Bu defa bu kararımı değiştireceğim. Söz gelişi hem alfabemizde, hem de siyasi alfabemizde D ve E harfleri bir birlerine komşu, yakın, ister istemez yanyanadırlar, yanyana idiler.
Sanatçılar daha iyi bilirler, komşu sesler, şekiller, renkler birbirleriyle ahenk, uyum teşkil ederler. Ahenk sanatın önemli ilkelerindendir. Mesela karı-koca cinsiyet açısından zıttırlar, ama çocuk ahenktir. Siyah-beyaz zıttır, ama her ikisinin de özelliğini taşıyan gri ahenktir vb. Her ne hikmetse siyasi alfabemizdeki D ve E harfleri, yanyana oldukları halde ahenk, uyum teşkil etmediler. Siyasi alfabemizin ilk harfinin söylediği “söz konusu vatansa, gerisi teferruattır”, sözünü hatırlamadılar.
Şahsi düşüncelerini, menfaatlerini görevlerinin üstünde tuttular. Ülkemizin bugünlerde yaşadığı kaos, birazda bu ve benzer ahenksizlikler yüzünden değil midir? Ne çabuk unuttuk dünü. Geçmişten ders alsaydık, bu hallere düşermiydik? Ben siyasetten anlamam ve siyaseti de sevmem. Diyelim ki sazımı, sözümü, yolumu yöntemimi, hasılı hal ve gidişimi beğenmiyorsunuz ve de eleştiri bir haktır, beni eleştirebilirsiniz. Peki siz hangi yolu, yöntemi çözümü öneriyorsunuz? Sizinkini de görelim, belki de orta bir yol bulabiliriz.
Öneri de yapmıyorsunuz! Anlaşmama konusunda bile anlaşamıyorsunuz. “Ben oruç tutmuyorum ama kimseye de yedirmem diyorsunuz ” Sağol Dadaş. Adını bilmediğim ama sözünü ve özünü anladığımı sandığım sevimli, huysuz, geçimsiz, Erzurumlu. Uzatmayalım sık sık yaptığım gibi yine “yemeğin sonu ki tatlıya varır” örneğine uyarak sözü de tatlıya bağlayalım.
Şairin biri devrin padişahını ve idaresini sürekli hicvedermiş. Bu hicivler halkın diline düştükçe padişah rahatsız olur, vezirine git şu adamı sustur, ne istiyorsa ver der. Vezir padişahın dediğini yapar şaire susması için para-pul teklif eder. Ama şair teklifi kabul etmez ve hicvetmeye devam eder. Vezir tekrar şairi çağırır, padişahın emriyle ona vezaret teklif eder. Gel vezir ol, beğenmediklerini sen düzelt, devleti idare et der. Ama şair bu ya, Nuh der Peygamber demez. Bildiğini okur ve yazar. Padişah öfkelenir şairimizi zindana atar. Şairin zindan arkadaşı okuma yazma bilmeyen cahil bir çoban. Şair şiir okudukça zavallı çoban hep ağlar. Bir gün şair çobana niçin ağladığını merak eder ve sorar. Çoban der ki “Vallahi ben okuma-yazma bilmem, okuduklarının bir kelimesini bile anlamam. Ama sen okudukça çenendeki sakalın oynuyor. Benim bir keçim vardı. Onun da senin gibi sakalı vardı, bana onu hatırlatıyorsun, onu çok özledim işte bu yüzden ağlıyorum” der. Şair hemen ilgililere yalvarır, beni buradan çıkarın, ben bundan böyle kimseyi hicvetmeyeceğim size söz veriyorum der!