NEDEN bunu yaparız? Aramıza duvarlar, setler koyar, aşılması, geçilmesi imkansızlaşan demirden, çelikten hatta koca koca taşlardan örülü duvarlar koyarız.
Kadın içinde erkek içinde bu böyledir. Hayatın bir kuralı mıdır bu? Hayatın içerisinde bir yerlerde saklanıp çıkmak isteyen ama bir türlü gün yüzüne çıkamayan ya da çıkarılamayan duygu ve düşüncelerimize setler gerer, duvarlar çekeriz.
Konulan bu duvarları yağmurların önüne çekilen bentlere benzetirim. 
Bunu hep yaparız. 
Hayat bizlere tüm imkanlarıyla bir atletin statta koşması gibi gelirken bizler buna “ya etrafımızdakiler ne der” düşüncesiyle çelme takar, tepetaklak ederiz. 
Gol atma esnasında sırtından tutulup çekilen bir futbolcu gibi kendi düşüncemizin elbisesinden tutar, çekiştirir ve yüzü koyun yere çalarız. 
Anne evladına, evlat babasına yeri geldiğinde duvarlar koyar. Elinde olmadan, gayri ihtiyari, bazen isteyerek koyar bu duvarları. 
Adına mesafe deriz? 
Öfkeyle koyar, adı öfke duvarı olur, kinle koyar adına kin duvarı denir, nefretle koyar nefret duvarı olur. 
Aşılması belki de zor, daha da ötesi imkansız duvarlar…
Filmlerde iki sevgili ki bu genellikle erkek olur aralarına mesafe koyar. Savaş filmlerinde ise bu bir kılıçtır. Kılıç iki aşığın arasına örülen aşılması bazen imkansızlaşan keskin bir duvar olur. 
Bir nefes, bir soluk, bir göz hizasında olsalar da araya mesafe koyarlar. Buradan buraya geçemezsin, adım atamazsın hoyratlığı içerisine girerler. Ve asla birbirlerine dokunamazlar.
Duvarlar koyarlar. 
Uzun soluklu duvarlar. 

Aradan geçen onca zamana rağmen bir göz aralığındaki, bir nefes hizasındaki yaşamlarda saklanan aşılması imkansız duvarlar haline gelir. Bir türlü yıkılmaz, geçilmez ve aşılmazdırlar.  
Bazen bu duvarlar iki taraftan birisinin veya her iki cinsinde ani kararı, ani refleksi ile yıkılıverir. Bir solukla, bir nefesle, bir dokunuşla duvarlar tuzla buz oluverir. 
Sevgilinin nefesini hissedersin… 
Tuhaflığı…
Avuç içinin terlediğini, ensenin ıslaklığını…
Gözler kısılır, sesler boğazda düğümlenir…
Yutkunmalar güçleşir…
Ve dudakların kuruması…
Ya sen sevgili…

Araya ördüğün kalın duvarları ne zaman yıkacaksın?
Bazen bu duvarlar koruyucu kalkanlar gibidir. Aşırıya giden hislerimizi, duygularımızı, zevklerimizi, şehvetlerimizi engelleyen duvarlar… Koruyan belki de. 
Duvarlar öreriz bazen istemeden, gayri ihtiyari, İçimizden belki de öyle geliyordur. İstemsizce deriz bu örülen duvarların ismine. 
İstemsiz duvarlar…
Bu istemsiz duvarları ne zaman, nasıl ve niçin koyduğumuzdan bile haberimiz olmaz. 
İstemsiz duvarlar. Hiçbir dahlimiz olmadan, hiçbir çabamız, gayretimiz, bir parmak dokunuşumuz, bir his yaklaşımımız olmadan örülen duvarlar…
Akıl duvarları, his duvarları, nefret duvarları, kin duvarları, öfke duvarları, şehvet duvarları…
Sevgilinin iki dudağının arasında bir hayattır hayatımız, gözlerinin ucundaki kirpiğe tutunmaktır. 
Ve o kirpik aslında bizim için bir duvardır. Tutunduğumuz duvar. Aşamayız. O kirpiği aralayıp da içeriye adım atamayız.
Zaman zaman duvarların yıkıldığı olmuştur. Belki de kalıcı duvarlar bizi hep yaralamıştır. 
Kanatır…
Yakar…
Acı verir…

Sevilememe duvarı ne kadar korkunç ve bu korkunçluğun içinde tuhaf bir hazdır. Bu hazzın yanında yeşeren acı bir his. Can yakan ne kadar düşünce girdaplarına saplansak da aşamayacağımız duvarlara tosladığımızda başımız döner, gözlerimiz kararır, ellerimiz uyuşur, dudağımız kurur, nefes alışlarımız yavaşlar.
Bazen bu duvarları karşımızdaki istediği için koyarız. Onu kırmamak, incitmemek adına. Üzülmesin isteriz. 
İncitmeme duvarları…
Bir kuş kanadına yükler duygularımızı ipeksi bir duvar öreriz aramıza… İçten, naif ve dokunsan kırılgan…
Senin duvarların var sevgili. 
Aşılması zor, bir yanı imkansız, bir yanı güleç, sevecenlik uyandıran duvarlar. 
Duvarların var sevgili.
Savaşçının sevdiğiyle arasına keskin kılıcını koyduğu kılıçtan duvarlar. 
Acıtan.
Kanatan.
En çokta ürperten duvarlar…

Kaybetmenin beraberinde getirdiği korkunun iç cebine saklanan ürperti… 
Ürperti duvarları.
Kaldır duvarları aradan sevgili.
Ya da yık.