AMA o kınalı şekerlerde şekerdi ya! Ne yapsın nasıl etsin hangi birine yetiştirsin benim güzel babam? Horantası çok, yamalık küçük yırtık büyük. Vay kahbe yoksulluk, Vay kahbe yokluk!

Benim babam av meraklısıydı. Av merakı olmayan Türk olur mu? Nuh Nebi’den kalma, çakar almaz bir tek tüfeği vardı. At, avrat, silah yiğidin bahtınaymış. Güz gelince evde duramaz, dalında tüfek elinde keklik kafesi ava giderdi. İyi avcıydı ha. Uçara kaçara bakmaz vururdu. Son yıllarda hele hele hacı olduktan sonra oğlum çok can yaktım öte dünyada bunların hesabını nasıl vereceğim diye nedametini dile getirir, üzülürdü. Çıtlık otuyla beslediği kınalı kekeliğini çok severdi. Keklik evcildi.

Gezer dolaşır akşam olunca öğütlemiş gibi gelir kafese girerdi. Kartalın birisi, olacak bu ya dam başında eşeleyen kekliğini kaptığı gibi doğru dağlara. Sen misin Çomu’nun Avcıbaşı Raşit’in kınalı kekliğinin avlayan? Ecelenine mi susadın soyka! Düşmüş kartalın peşine. Kartal gitmiş, babam gitmiş.

Nihayet kartal Oğlan Paşa’nın Pınarı denilen yerde inmiş suyun başına. Vurmuş kartalı. Bu olayı gülerek, biraz da öğünerek anlatırdı. Ben “Baba kartalın kısmet” diyecek olsam “Oğlum dağlardaki kekliklerin zurbasına kıran mı girmiş? Bula bula benim kekliğimi mi buldu. İntikamımı yanına koyar mı sanıyordu. Koymadım vurdum. Varsın ağzını bellesin. Çomu’nun Oğlunun kınalı kekliğini avlamak neymiş görsün.

Hangi birini anlatayım, hangi birini söyleyeyim. Babam söz gelişi, şehri ol görüp sevmedi, ısınmadı şehre. “O ne öyle oğlum şehirde yaşanır mı? Yazık bu şehirlilere. Her gün polisten tepik bakkaldan ekmek yiyorlar!” (Şehirler büyüdükçe gök küçülürmüş). İnsan kısmının rızkı Allah’tan başka birinin elinde olur mu hiç? O zaman muhannete muhtaç olur, köle esir olur. Allah göstermesin kimsenin başına gelmesin. Şehre gelir gelmez köy türküsü çığırmaya başlardı. “Şehirin neyi güzel” dense herhalde O’daNesi güzel olacak köye dönmesi“ derdi! “Oğlum, benim evim barkım, işim gücüm, dostum ahbabım var. Bırak beni gideyim evime yuvama. Ben senden dağlar kadar hoşnudum, memnunum. Allah da senden razı olsun. Göğsünde ak tüyler bitsin evladım. Benim ağzıma pamukla su versen buralarda duramam.” Der, köyünün yolunu tutardı.

Dedik ya; yazacak çok şeyler var, hani kalem, hani kağıt, hani okuyacak. Üstelik su başlarını masallarda anlatıldığı gibi devler tutmuş, sıra mı geliyor bize. Bir de grafafobimiz var. Dev gibi. Yazmak iğneyle kuyu kazmaya benziyor. Bir yerlerde gözüme çarpmıştı. Bir ortaçağ İncil yazarı, el yazması İncil’in sonuna şöyle bir not koymuş. “Ey bu kitabı okuyan kardeşim, yazmayı kolay bir iş mi sanıyorsun. Belim büküldü, dizlerim tutmuyor, gözlerim görmüyor. Bu kitabı okurken bana acı, benim için dua et.”

Bütün bu sızlanmalar bahane, mazeret. Mazaret terazisinin tartamayacağı sıklet yok. Refi Cevat Ulunay parmak kadar bir kurşun kalemle yazarmış. Dedik ya, bizimkisi mazeret, tembellik.

Yazma korkusu konusunda Velidedeoğlu’nun, Eyüboğlu’nun, Flaubert’in, V. Wolf’un ve başka yazarların (Cronin ve Tolstoy) şikayetlerini biliyorum. Nihrirleri hiç hesaba katmıyorum bu arada.

Bir defa, sırasına getirip “anamla hiç döğüş-çekiş ettiniz mi, anamı döğdün mü?” diye sordum. “Oğlum, döğüş-çekiş olmayan ev olur mu, ben buna ev mi derim''. Öyle uzun boylu döğüşçekişimiz olmazdı. Döğüş çekişe vaktimiz kalmadıki. Anan nazlım bir kadındı. Melek gibi bir insandı.