BAZEN bir mesaj alırsınız ve eskilere gidersiniz. Hatıralar arasında gezersiniz, eski buluşmalardan manalar gelir zihninize. Düşünceleriniz tazelenir. Fikir dünyanızda yeni anlamlar canlanır. 
Yine böyle bir şey oldu.
Isparta’da bir dostun konuğuyuz. Sene 2002 ve bir kongre vesilesiyle gitmiştik. Akademik toplantılar eski dost ve arkadaşlarla buluşmaların da fırsatıdır. ODTÜ’de aynı bölümde okuduğumuz ve kampüste aynı yurtta kaldığımız dostlardan Dr. Mehmet Uzunkavak evinde bizlere çay ikram ederken, o gün yeni tanıştığımız ve şimdilerde kim olduğunu da hatırlayamadığım bir başka kişi, sohbetin bir yerinde ilginç konulara değinmişti. Bunlar benim için de farklı ve dikkat çekici konulardı. Çocuklara hitap ederken sözlerimizle nasıl bir rol üstlendiğimiz ve çocuğun hangi yanına, hangi duygularına ve onun dünyasında nelere dokunduğumuzun öneminden bahsetmiştik. Anne ve baba çocuğa arkadaş gibi davranırsa; çocuk arkadaşlık duygusunu gidereceği birisini bulduğunda anne ve babaya ihtiyaç duymaz hâle gelebilir. Zaten çocuğun ev dışında da pek çok arkadaşı vardır. Hatta evlendiğinde de çocuklarımızın ilişkileri ve eşler arası bağları olması gerektiği gibi olmayabilir, demiştik. Bunlar ilgimi ve dikkatimi çeken tespitlerdi.
Daha sonraki yıllarda Bursa taraflarında, İnegöl’de bir düğün vesilesiyle bulunmuştum. İlk kez o güzel ilçeyi ve sınırlı da olsa çevreyi görme fırsatım oldu. Öğretmenevinde konakladım. Emekli bir öğretmenle sohbet ediyoruz. Deneyimli ve tecrübeli birisi. Dağları gösteriyor ve yörük olduğundan bahsediyordu. Cumhuriyet Dönemi ilk nesil öğretmenlerden sanırım. Yakasında taşıdığı rozetiyle, konuşmasındaki net cümleleri ve ciddiyetiyle “suyu sert” bir öğretmen denebilir. Ailesine ve çocuklarına bağlılığı da tam olan bir öğretmen. Sohbetten bu izlenimleri ediniyorum. Sohbet koyulaşıyor ve torunlarından söz etmeye başlıyor.
Torunlara çikolata, şekerleme, bisküvi gibi abur cuburlar aldığında torunlarının onu çok sevdiğinden bahsediyor. Fakat onlara bu tür hediyeler almadığında kendisine “kaka dede” diye hitap ettiklerini söylüyordu. Bunu söylerken yüzüne yansıtmamaya çalıştığı bir üzüntüyle ve derin bir acıyla, biraz da hüzün veren ses tonuyla cümlelerini ifade ediyordu. Bu durum çocukluğu köyde mayalanmış hem de bir dağ köyünde yoğrulmuş birisi için gönlüne ve sinesine ağır bir yüktür. İstisna da olsa böyle şeyler yaşanabiliyor. Oysaki; her ne sebep olursa olsun dedeye saygısızlık içeren sözler söylenmemeliydi. 
Bir zaman evvel oğlumla şakalaşıyor ve kendisine çocuksu sataşmalarda bulunuyordum. Bir müddet sonra “Baba gibi davransana ya!” demesin mi! Ne yapacağımı şaşırdım. Öylece kaldım, düşüncelere daldım. Öğrenecek ne çok şey varmış meğerse!
Geçen dönem başında, bir sabah bizim ufaklığı okuluna bırakıyorum. İlkokulun bahçe girişindeki özel güvenlik görevlisi hanımefendi bizleri karşıladı. Ufaklığa sevgiyle yaklaşmaya çalışırken “Aşkım!” diye hitap etti. Donup kaldım. Hiç bir şey de demedim. Diyemedim. Nezaketim el vermedi. Sustum. İhtimal ki; evinde kendi çocuklarına karşı da bu hitap kelimesini kullanıyordur. Ne yapacağımı şaşırdım. Aslında böyle durumlara karşı da duyarlıyımdır. Bir müdahalede bulunmaya özen gösteririm ama o an hangi tutumun olumlu sonuç doğuracağını kestiremedim. Fazla vakit de yoktu zaten. Bu tip hitaplar çok yaygınlaşmaya başladı. Önünü almak lazım diye düşündüm. 
Bu yaşanmışlıkları ve hatıraları hatırlamama sebep, geçenlerde benimle paylaşılan bir mesajdı. Kadıköy Belediyesi Suadiye Gönüllüleri Evi Başkanı Suat Ağan Hanım’ın bir iletisiyle tekrar bu konular zihnimde canlandı. Suat Hanım, “Sevgili anne ve babalar, en değerli varlığımız olan çocuklarımızın kafasını karıştırıyoruz, onların gelişim sürecini olumsuz etkiliyoruz.” diye başlayan ve metnin sonunda Prof. Dr. Sirel Karataş tarafından kaleme alınmış olduğu anlaşılan bir yazıyı iletmişti. Sosyal sorumluluk gerektiren konulara duyarlılıklarını bildiğim Suadiye Gönüllüleri’nin Gönüllü Evi önceki Başkanlarından Ümit Ağan Hanım’ın yazıda bahsi geçen konudaki hassasiyeti sonucu, bu önemli metnin yazıldığını da yine Suat Hanım’dan öğreniyorum.
Bizi de benzer konular üzerinde düşünmeye sevk eden bu yazının sahibi Prof. Dr. Sirel Karakaş, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji lisans, Hacettepe Üniversitesi Deneysel Psikoloji Yüksek Lisans ve Biyofizik Doktora Derecesi sahibi değerli bir akademisyendir. Çok yönlü çalışmaları olan ve bildiklerini topluma yaygınlaştırmaya da çalışan değerli bilim insanlarımızdandır. Hâlen de entelektüel birikimini toplum yararına paylaşmaya özen göstermektedir. 
Kendisinin değerli paylaşımlarından birisi de bana ulaşan yazısında yer verdiği, toplumumuzda yaygın biçimde görülmeye başlanan ve garip bir ilişki biçimi olduğunu ifade ettiği; annelerin çocuklarına “Anneciğim!”, babaların da “Babacığım!” diye hitap edişleri ile ilgili tespitleridir. Hangi güzel ve iyi niyetle söylenirse söylensin bu hitabın olumsuz yanları da gözden kaçırılmamalıdır. 
Unutulmamalıdır ki; çocuğun ilk şekillenişi aile içerisindeki iletişim ve ilişki biçimleriyle başlar. Çocuğun, “anne” ve “baba” diye çağırdığı kişilerden sevgi ve güven sağladığına değinen Sirel Hoca, bir annenin çocuğuna “Anneciğim!”, babanın da “Babacığım!” diye hitap ettiğinde, çocuğun ebeveynlerini nereye ve nasıl konumlandıracağı konusunda bocalayacağına dikkat çekiyor. Erkek çocuğuna “Anneciğim!” diyen bir annenin, kız çocuğuna “Babacığım!” diyen bir babanın bu hitabıyla nasıl bir cinsel karmaşaya sebep olabileceğinin altını çiziyor. Bence, Prof. Dr. Sirel Karakaş Hoca’mız, üzerinde titizlikle durulması gereken önemli noktalara dikkat çekmektedir. 
Ayrıca Prof. Dr. Sirel Karakaş, bir kadının karşısındaki erkeği “Teyzeciğim!”; bir erkeğin karşısındaki kadını “Dayıcığım!” şeklinde çağırmasından da bahis açarak; bu türden uygulamaların Türk diline de zarar verici yanlarına özellikle vurgu yapıyor. 
Maalesef sosyal medya mecralarında ve televizyon dizilerinde gözlenen özensizlik, olmaması gereken davranış biçimlerini beslemeye devam etmektedir. 
Türk aile yapısının güçlü yanlarını önemsediğimiz gibi onu yaşatmanın ve daha güçlü kılmanın yollarını da geliştirmemiz gerektiğini düşünmekteyim. Batı toplumunun amca ve dayı yerine tek kelimeyle “uncle” (ankıl) demesi karşısında, bizdeki çeşitliliğin farkında olmamız lazım. Yine, “cousin” (kuzen) yerine dayı kızı, hala kızı, teyze kızı, amca kızı, dayı oğlu, amca oğlu, hala oğlu, teyze oğlu denmesi bir zenginliktir. Türk dilindeki bu zenginlik ve akrabalık kültürümüzdeki bu çeşitlilik, aile yapımızı güçlü kılan kurumsal yapıyı da göstermektedir. 
Bu çeşitlilik öylesine güzeldir ki; ilişkilerde her bir akraba mensubu ile ayrı bir iletişim ve bağ biçimi de doğurmaktadır. Her birimizin amca ve dayı çocukları ile ya da teyze ve hala çocukları ile ayrı ve özel bir ilişki ve iletişim biçimimiz gelişebilmektedir. Hatta öyle ki; yaşı büyük olanlar ile farklı farklı şekillerde, kız ve oğlan oluşuna göre farklı farklı biçimlerde zenginleşen bir yapı inşa edebilmekteyiz. Bu yapı hayatımız boyunca bizleri sevgi ve güven ile birlikte yaşatacak bir atmosferin de en güçlü kaynağı olmaya devam etmektedir. Sizce de bunu korumak ve geliştirmek zorunda değil miyiz?
Çocuklara hitap ederken çok daha özenli olmamız gerekmez mi? Onlara kendi güzel isimleriyle ve sıfatlarıyla hitap etmemiz onların kişisel gelişimlerine katkı sunacaktır. Hiç olmazsa hitaplarımızda, belirgin olan yanlış davranış biçimlerini terk etmemiz gerekmez mi? Buna hepimizin ve milletimizin ihtiyacı var. İnsanlığın da…