Ağustos ayının başlarıydı. Bozok sancağı, Akdağmadeni ilçesinin Hisarbey köyüne iki atlı dörtnala gelip girdi.
Akçakışla köyü yönünden gelmişler, mezarların kıyısındaki yoldan tozlar kaldırarak inmişler, toprak damlı evler arasındaki yolda ilerliyorlardı.
Önlerine çıkan çocuklar oyunlarını bırakıp kaçışıyorlar, tavuklarla horozlarsa acı acı ötüşüyor kanatlarını çırpa çırpa kendilerini yana savurup atıyorlardı. Arkalarında atlarının nal takırtılarını, onları gören çocukların hayret çığlıklarını, horozlarla tavukların cırtlak seslerini bırakarak, tozu dumana katmışlar geçip gidiyorlardı.
Yoldan gelen patırtı gürültüyü duyup kapıdan başlarını uzatan, edemeyip dışarı koşup arkaları sıra bakan bir sürü meraklıyı daha da meraklandırarak doğruca muhtarlık odasına vardılar.
Sıçrayıp atlarından indiler. Belli ki işleri ivediydi. Üniformaları tozdan bomboz olmuş kendileri kan ter içinde kalmışlardı.
Muhtarlık odasından gürültüleri duyan bekçi koşup geldi, karşılarında durdu. Durum öyle olağanüstüydü ki onlara ‘Hoş geldiniz,’ bile diyemedi. Bunu demenin o an uygun olmayacağını düşünmüş olmalıydı. Yine de ellerini uzatıp dizginleri almayı düşünebildi. Atları yandaki sundurmanın altına çekip direğe bağladı. 
O ara seslendiler, “Muhtar nerede, onu görmeliyiz. Çabuk git çağır onu, iv biraz! Gelince de atlara su vermeyi unutma. Sonra da yem torbalarını boynuna tak.”
Bekçi başını salladı, koştu gitti. Onlar da muhtarlık odasına girip oturdular. Çok beklemediler. Muhtarla bekçi biraz sonra çıkıp geldiler.
Muhtar tedirgindi: ‘Böyle gelişleri iyiye işaret değil! Kötü bir şey olmalı.’
Divanda oturmuş bekliyorlardı. 
Muhtar, “Hoş geldiniz ağalar,” dedi. Ardından, ‘Nereden gelip nereye gidersiniz? Böyle ivedi çağırdığınıza göre önemli bir şey olmalı. Nedir, ne oldu ki? Bir şey mi var?’ sorularını sormamak için kendini güçlükle tuttu. ‘Nasıl olsa söylerler, birazdan duyarım,’ diye düşünmüştü.
Gelenler ayağa kalktılar. Burma bıyıklı olanı kısa bir açıklama yaptı. Sonra da koynundan çıkardığı bir kağıdı muhtara uzattı.
Muhtarın okuması yazması kıttı. Yazılanları okuması, anlaması uzun sürdü. Anlar anlamaz da yüzü gerildi, gözleri kaygıyla kısıldı. ‘Anladım,’ der gibi baktı. Kâğıtları geri uzattı.
O da kağıdı aldı, geri göğsüne yerleştirdi. “Okudun muhtar,” dedi. “Emir büyük yerden. Tez elden toparla gereğini yap. Atlar biraz daha soluklansın da geri yola çıkacağız. Daha diğer köylere de uğrayacağız. Bu arada olursa bir tas çalkama,1 yoksa su verin. Boğazımız kurudu.”
Muhtar dışarıya çıkıp atlarla ilgilenen bekçiyi çağırdı. “Git eve söyle, çalkama yapıp getirsinler. Oradan koş git İmam ile tellalı bul getir. İv biraz, çabuk ol!” dedi.
Birazdan muhtarın oğullarından biri sitil dolusu çalkamayı getirdi. Taslara doldurup verdi. Aldılar, tasları başlarına diktiler, soğuktu, kana kana içtiler. Boşalttıkları tasları uzattılar, ayağa kalktılar, yürüdüler dışarı çıktılar. Atları sularını içmiş, torbalarındaki yemleri yiyorlardı. 
Muhtarı sıkı sıkı bir kez daha uyardılar, “Elinizi çabuk tutun. Oyalanmayın. Böyle şeyler beklemeye gelmez.” 
Yürüdüler vardılar. Atlarının ağzından yem torbalarını aldılar, atladılar, yine tozu dumana katarak yandaki İnkışla köyüne doğru sürdüler.
Muhtar onların ardı sıra bakarken imam geldi. Muhtar imama olağanüstü bir durum olduğunu anlatmaya başlamıştı ki bekçiyle tellal da koşar adım yetiştiler.
Muhtar başıyla göstererek yürüdü. ‘Orada konuşalım.’ Odadan içeri girdiler. Muhtar çabucak söze girdi, ne olup bittiğini anlattı.
İkisinin de yüzü kül gibi oldu. “Yine mi? Şimdi de bu, daha kötüsü!” diye mırıldandılar.
Muhtar tellala döndü, “Git tellal et. Bütün köylüler köy muhtarın odasının önünde toplansın. Çabuk ol, İv biraz,” dedi.
İmamsa bu durumda ne yapması gerektiğini biliyordu. Gitti sela verdi. Ardından da tellalın sesi duyuldu. “Duyduk duymadık demeyin... Bütün köylü işi gücü bıraksın. Çabucak muhtarın odasının önünde toplansın.”
Çoğu ırgatlıktaydı; kurumuş ekinlerini biçiyor, yığıyorlardı. Kimi bağda, bahçede bostandaydı. Yaşlıların çoğu da yaylada.
Tarladakiler ellerindeki tırpanları, deste ve yığın çatallarını bıraktılar koştular. Bağ bahçedekiler de kazmalarını küreklerini bırakarak koşup geldiler. Köyün içindekilerse çoktan gelmişler bekleşiyorlardı. Bir diyen yoktu ki ne olduğunu bilsinler. Bir yoğunluk, bir telaş, koşan koşana… 
İkindiye doğru oda ve önü tıklım tıklım doldu. Tedirgin tedirgin bekliyorlar, neler olup bittiği üzerine başlarını yoruyor, sesli sesli konuşuyorlardı. 
Artık tümü de toplanınca muhtar öne çıktı, baktı, birkaç kez öksürdü. Uğultunun kesilmesini bekledi. Orası sessizleşince yüksek sesle, “Seferberlik ilan edilmiş. Eli silah tutan yirmi ile kırk yaş arası erkekler silah altına alınacak. O gelen iki asker bunun için gelmişler. Köy köy dolaşıp bunu bildiriyorlar,” dedi.
Bu kez kulak sağır edici bir uğultu koptu.  
Muhtar el kol sallayarak, “Susun,” diye bağırdı. Kütük defteri elindeydi. Oradan okumaya başladı. Gideceklerin adlarını bir bir okudu, duyurdu.
Elli yedi kişiydiler; amcalar, yeğenler, dayılar, babalar, oğullar…
Kadınlar, kızlar, çocuklar da duramamış gelmiş kıyıda bekliyorlardı. Olanları duyar duymaz çığlıklar attılar. Diyeşetler demeye, ağıtlar yakarak birbirlerine sarılıp ağlaşmaya başladılar. ‘Yine mi ayrılık!’ Daha dün değil miydi, kendileri gelemeyip künyesi gelenler yüreklerini dağlamıştı. Gelenlerse şimdi geri gidecekler. Daha kaç yıl oluyordu ki Balkan’dan geleli!
Yasla, kaygıyla akşam ettiler. Evlerine çekildiler. Gecenin rengi neydi ki içleri daha karanlıktı. Gidecek olanlar da arkada kalanlar da uyuyup uyuyup sıçradılar. Gece boyu gözlerini kırpmadı gelinler, al yanaklarından damlalar süzüldü durdu. Erlerine mi yansınlar, oğullarına mı, bu nasıl acı! Anaların bağırları yangın yeriydi, yandı durdu, sönmedi bir türlü. Ya yaşlı babalar? Saçları sakalları iki kat ağardı; acı, yırttı yüreklerini.
Güneş ışığını saldığında yeniden köyün orta yerine toplandılar. Yanlarında ellerinde çıkınlarını taşıyan analar, bacılar, gelinler, çocuklar vardı. Kimi körpe gelinler gözlerini yummuş, göğüslerine bastıkları çocuklarının başlarına yüzlerini dayamışlardı.
Köyün yaşlı imamıyla muhtarı önde, tekbir getirerek harman yerine indiler. Ezanın okunmasından sonra topluca iki rekât namaz kıldılar. Tekbir sesi “Allah-u Ekber” karşı yamaçta, düzlükte, uzaklarda buruk buruk, dalga dalga yayıldı. Kılınan iki rekât namaz hem Cihan Savaşı’na gidenlerin hem de imparatorluğun cenaze namazı gibiydi sanki.
Sipahioğullarından Tırış Ali’nin Hasan’ın dört oğlu; Mustafa, Salih, Ali ve Hüseyin de o Elli Yedilerin içindeydi. Salih daha geçen yıl dönmüştü Balkan Eli’nden. Ağası Şükrü ile gitmiş gövdesindeki bir de yüreğindeki yaralarla geri gelmişti. Boğazında durukmuş bir yumru ne kadar söyletebilmişse anasıyla babasına o kadarını diyebilmişti. 
“Şükrü şehit oldu.”
O ara elinde tuttuğu ağasının künyesi ıpıslak olmuştu. O an çığlık atmışlar, dizlerine vurmuşlar, o acıyla ne yapacaklarını bilemez olmuş saçlarını başlarını yolmuşlardı. Hele de Habe gelin, hele de o... Şükrü’süne ağıtlar yakmış söylemiş günlerce, aylarca ağlamıştı.
Daha Balkan Savaşı’nın yaraları için için kanarken şimdi de bu. Salih gibilere sevdiklerine daha doymadan yine yollar görünmüştü.