Dört kardeş ev halkıyla, komşularıyla vedalaştılar. Yola düştüler. Çıkınları ellerinde gözleri arkalarında kala kala gözden yittiler. İki saat süren yayla yolunun her yerinde gözleri kaldı. Nerede ne yaptıklarını birbirlerine anlata anlata geçtiler gittiler. 
Öğleye doğru yaylaya vardılar. Oradakiler de savaş çıktığını yeni duymuş allak bullak olmuşlardı. Bir yandan sarılıp ağlaşıyorlar bir yandan da ‘Olsun, sağ salim gider gelirler,’ diye gönüllerine sululuk veriyorlardı. 
Habe Gelin (Heybeli Gelin) avludan dışarı çıkmış, elleri koynunda Topraklık’tan yaylaya uzanan yolu gözlüyor, onları bekliyordu. Yalnız o değildi ki. Geliyorlar, el öpüyor sarılıp ağlaşıyor sonra da yukarı doğru gidiyorlardı. Onun oğulları da çıkıp geldiler. Onları uzaktan görünür görünmez tanıdı. Ağzında ağlamaklı mırıltılar, gözleri dolu dolu beklemeye başladı. Yaklaştıklarında da yürüdü her birine ayrı ayrı sarıldı, öptü kokladı. Bir yandan da ağlıyordu, hem ağlıyor hem söylüyordu.
Askere gidenin yâri peşinde
Şükrü’mü görürüm her gün düşümde
Gelinim dul kaldı taze yaşında
Şükrü’me mi yanam ona mı yanam
Canımız feda Hakk’ın yoluna
Mevla’m yardım etsin cümle kuluna
Bir şehit verdim Balkan Eli’ne
Şükrü’me mi yanam size mi yanam
Babaları, ileride Çatkara’nın kıyısında davarları otlatmaktaydı. Erkenden obadan2 ayrıldığı için olanları daha duymamıştı. Anaları yanlarında o yöne doğru yürüdüler. Sulak’tan geçip yanına vardılar.
Sürü, yemyeşil çayırlarda neşe içinde yayılmaktaydı. Semiz, kısır koyunların boyunlarındaki tongurdakların sesi bir Çatkara’ya bir Doğanlık sırtlarına gidip geliyor, çamlı yamaçlarda yankılanıyordu. Tırış Ali’nin oğlu Hasan da oradaki asırlık tek çamın gölgesinde öğle namazını yeni kılmış oturuyordu.  Birden yanına gelen oğullarını ve karısını karşısında görünce, “Bir zarar ziyan mı var acep?” diye telaşlandı.
Habe Gelin ve dört oğlu yanına gelince de hemen sordu: “Ne var ne oluyor? Böyle hepiniz toplanmışsınız! Nedir, niye geldiniz ki?”
Oğlu Salih, “Seferberlik ilan etmişler. Bizi geri silah altına çağırdılar. Akdağmadeni’ne gidiyoruz,” dedi, diyebildi.
“Dördünüz de mi?” dedi baba; yutkunmuş, sözler boğazına düğümlenmişti sanki.
...
“Şükrü’m de gitmişti,” diye mırıldandı ardından. Ancak bu kadarını diyebiliyordu. Gerisini söylemeye dili varmıyordu. Gidenlerin çoğunun gelmediğini biliyordu artık.
O tek kalmış çamın altında helalleştiler, ayrıldılar. Tırış Ali’nin oğlu Hasan nemli gözlerle oğullarını teker teker kucakladı, “Gazanız mübarek olsun. Sağlıcakla gidin, sağlıcakla gelin,” dedi. Onlar da babalarının elini öptüler.
Habe Gelin oğullarının boyunlarına bir sarıldı bir sarıldı ki, öyle bir kucakladı öyle kucakladı ki... Onları bir daha göremeyecekmiş gibi ediyor, bırakmıyor, bırakamıyordu. 
Ah, o tek çam ah! Çatkara’nın kıyısındaki asırlık o tek başına kalmış çam ah! Osmanlı çınarı gibi kuruyup giden o tek çam. Keşke bugünlere kadar durabilseydin. Keşke durup dile gelseydin, nice acılara nice ayrılıklara tanık olduğunu bir anlatabilseydin.
Ana ve babayı elleri böğründe bırakıp yürüdüler. Çırçır’ı geçip Başyoğurtyurdu’na oradan da Sıçanlıbel’e vardılar. Orayı da aşıp gözden yittiler.
Yaklaşık üç saat yürüyüp Akdağmadeni’ne vardılar. Ortalık mahşer yeriydi. Çevre köylerden tanıdıklar, hısım, akraba hepsi vardı. Bakıştılar, konuştular. Bir telaş, bir koşturmaca... Herkes birliğini arıyor; nereye, hangi cepheye gideceğini öğreniyordu.
Akşama doğru işlemler bitmişti. Geceyi dışarıda göğün altında birbirlerine sokularak geçirdiler. Bin bir düşünceler içinde, uyuyup uyanarak ertesi günü ettiler. Gün ağarmadan da kalktılar.
Köyünden, yerinden, yurdundan ayrılanlar orada da birbirlerinden ayrıldılar. Küçükler büyüklerin ellerini öptüler, sonra da yürekleri sıkışa sıkışa birbirlerine sarıldılar. Babalar başlarını oğullarının saçlarına gömdüler, derin derin kokladılar.
Birlikleriyle yola çıktılar. Akdağmadeni boşalıp boşalıp doluyordu. Kafilesine katılıp yola çıkanlar, yola çıkmak için toplanıp gelenler...İlçenin bütün giriş çıkışları asker kaynıyordu.
Gidenlerin ardı sıra dua eden, yakaran, ağıtlar yakan ana babalarla ana baba günüydü ilçenin içi.
Dört kardeş de birbirlerine sarıldılar. Ayrılık ayrılık üstüneydi. Köyde yardan, bacıdan, kardeşten; yaylada anadan, babadan; şimdi de birbirlerinden ayrılıyorlardı. Buruktular, gözleri dolup dolup geliyordu. 
Her biri başka bir birlikle başka bir yere gidecekti. Yutkunup duruyorlar, birbirimizi bir daha görür müyüz göremez miyiz diye bakışıyorlardı.
Salih Onbaşı Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti, 9. Kolordu’da Binbaşı Mustafa Nihat Bey’in birliğindeydi. Pasinler Ovası’nda toplanmışlar bekliyorlardı. Saldırı emri çoktan gelmişti. Sarıkamış’a yürüyecekler, orayı Ruslardan geri alacaklardı. Uyurlarken bile elleri tetikteydi. Ancak bir türlü yürüyüşe geçemiyorlardı. Kış bastırmış, soğuklar buz kesiyor, kar diz boyu olmuştu. Hele dağlara yağmıştı ki, dolaşıp gelenler, “Bele kadar gömülüyorsun,” diyorlardı. Bir de kışlık giysileri yoktu, gelmemişti. İncecik yazlık üniformaları, ayaklarında yırtık dökük bir çarık... Çadırlarında, ısındıkları ateş kenarlarında bile üşüyorlar; birbirlerine yaslanıp büzülerek ısınmaya çalışıyorlardı.
O durumda saldırıya geçerlerse halleri yamandı. “Şu soğuklar bir geçse; kar, tipi yağmasalar, olan kar da biraz erise” kalkacaklardı, yola düşecekler, geçilmez o dağları aşacaklar ve Sarıkamış’a varacaklardı. Ancak gel gör ki kış aman vermiyordu.
Enver Paşa 13 Aralık 1914 günü Köprüköy’e geldi. Askeri teftiş etti. Kumandanları haşladı, saldırı emrinin neden yerine getirilmediğinin hesabını sordu. Ve Sarıkamış Taarruzu emrini de orada verdi. 
Ardından da ekledi: “Korkan, kaçan, sızlanan olursa gözünün yaşına bakmayın. Orada vurun.”
Öyle tir tir titrerlerken, gövdeleri buz keserken emir de demiri kesti. Erkenden yürüyüşe geçtiler. Kar fırtınası ve tipiden göz gözü görmüyordu. Öyle ki karargâh emirlerini alaylara yetiştirmekle görevli bir subay döne dolaşa yine eski yerine gelmişti. Yine de bu harekât planı aynen uygulandı. Kar kış, gece gündüz demeden bellerine kadar gömüle gömüle yürüdüler.
Soğuk, ayaz, göz gözü görmüyordu... Birliklerinden ayrı kaldılar, takımlarından ayrı kaldılar, sonra birbirlerinden ayrı kalmaya başladılar. Düşmüşlerdi yolsuz dağlara; açtılar ve üşüyorlardı. Yine de durmadılar. Yürüdüler açlığın ve soğuğun üstüne, yürüdüler yine de bunların üstüne. Bunlar ki onlara “düşmandan daha düşmandılar.
Çoğu subay gibi Mustafa Nihat da bu saldırı emrinin yanlış olduğunu biliyordu. Akıl işi değildi bu. Yine de ağzını açmamış, ses etmemişti. Namusu üzerine yemin etmişti bir kere. Verilen emirleri yerine getirecekti, yapacak bir şey yoktu.
Yalçın dağlar, bele dek gömüldükleri karlar, yüzlerine yüzlerine vuran tipi; o ses olup kulaklarında uğuldayan, iliklerine işleyen sopsoğuk tipi... Yetmiş dokuz asker dört yüz metrelik yolu sekiz saatte aldılar, ta öyle zordu yürüyüş.
Yine de yürüdüler, ilerlediler. Sonunda Rus mevzilerinin önüne geldiler. Geceydi, kapkaranlıktı daha. Soğuğun, buzun, ayazın içinde birbirlerine sokuldular, beklediler. Diğerleri de gelecek, toplanacaklar, gün ağarırken de saldıracaklardı.
“Yarın olsun da…” diyorlardı içlerinden.