ÇOCUKLUĞUM hepi topu üç göz odadan oluşan toprak evde geçti. Üç dediysem öyle 3+1 değil. Yatak odası, çocuk odası, misafir odası, mutfak, hatta banyo olarak kullanılan üç oda.

Yatak odası, mutfak dolabı, koltuk, kanepe gibi eşyalar lüks olarak kabul edilir, her evde bulunmazdı. Çocuktum, eve alınan her eşya için çocuksu sevinç yaşadım. 4 metre kare büyüklüğünde ana rengi kırmızıdan oluşan desenli, kâğıt inceliğindeki halımızın, doğulu olduğunu hatırladığım sokaktan geçen bir satıcıdan alındığı günü hiç unutmam. Sıkı pazarlık yapıldığı bile aklımda. Annem “Alma, masraf yapma.” dedi. -Aslında onun da gönlünü çalmıştı kırmızı halı ama yokluk belası, gönlüne kilit vurmaya mecbur bırakmıştı- Babam dinlemedi; aldı. Toprak evimizin, tavanından üzerine toprak dökebileceği bir halısı olmuştu artık. O da en az benim kadar mutluydu. 

O güne kadar evimizde annemin eline geçen eski, örgü giysilerden söktüğü ya da eskiyen giysilerden incecik kesip birbirine bağlayarak elde ettiği iplerle dokuduğu kilimler; köyden ilçeye taşınırken verilen babadan kalma kıl çullar serili idi. El dokuması kilimleri, fabrikanın dokuduğu, kaliteden yoksun incecik halıdan daha değersiz görmemin nedeni neydi? Çocukluk belki.

Annem, babamın aldığı kırmızı halıyı toplamda üç odası olan evimizin bir odasına serdi. Odada kahverengi büfe; içinde Almanya’da yaşayan akrabamızın hediye getirdiği sarı, parlak fincan takımları vardı. Annemin aldığı beyaz renkli, üzerinde deseni olan mini fincan takımları da yanındaydı.  İki kahve fincan takımımız vardı ama kahve içildiğini hiç görmedim. Fincanlar; biblo niyetine büfede öylece durdu. Kahveyi de içmeyi de sonradan öğrendik. Biz küçüktük, Anadolu’da o zamanlar kız çocukları kahve içerse kısır kalır inancı hakimdi. O yüzden bize kahve verilmezdi. Pekâlâ kahve de misafir geldiğinde nadiren içilirdi. Köşede tahtadan yapılmış makat, diğer tarafta demir somya vardı. Üzerinde sünger, elde dikilmiş fırfırlı örtü, küçük köy yastıkları, yastıkların üzerinde boydan boya serili, işlemeli, yeşil renkli kanefçe. Pencerede sıradan, pilesi olmayan, metal kornişlere takılı tül…

Direkt dışarıya açılan odayı kışın mutfak, yazın salon olarak kullanırdık. Karşılıklı iki somya, yerde elde dokunmuş çizgili kilim, somyanın tam üstünde iki ucundan çiviyle duvara gerdirilmiş, geyik figürlü bez tablo asılıydı. Dışarı açılan kapıya sinek girmesin diye tül perde gerdirmişti annem. Kışın mutfak olurdu dedim ya; işte o zaman terek, tabak, çanak taşınırdı girişe, giriştekiler odaya. Bir oda hem mutfak, hem salon, hem yatak odası olurdu, odanın işlevi mevsime göre değişirdi. Annem üç oda arasında değişikliği sever, hiç erinmez; aklına düştüğü an onu oraya, bunu buraya taşırdı. Beğenmediyse tekrar aynı yerlerine geri getirirdi. Değişmeyen bir şey vardı: kırmızı halılı misafir odamız.

Yer sofrasında bağdaş kurar, sofra bezini üzerimize çeker, aynı tabaktan yemek yerdik, ayranı bile koca bir tasın içinde kaşıklayarak birlikte içerdik. Kalabalık aile değildik ama soframız hep kalabalık olurdu. Misafir yoğunluğunda ilçede yaşıyor olmamızın da etkisi vardı. Gerçi o zamanlar sadece biz değil, herkes misafir severdi. Köyle şehir arasında köprü gibiydik. Bizim ev; restoran, otel, dinlence -adına her ne derseniz deyin- uğrak yeriydi. Köyden gelenler; önce bize gelir, yemeğini yer, sonra ilçe pazarında alışverişini yapar, köye dönerlerdi. Ve yahut şehre gidecek kişiler bize gelir, otobüs saatine kadar bizde konaklar, yemek yer, çay içtikten sonra garaja giderlerdi. Şehirden gelenler de önce bize uğrar; soframızı, lokmamızı paylaştıktan sonra köye giderdi. O küçücük evde, imkansızlıklara rağmen yaşadığımız misafir yoğunluğu için bir gün olsun şikâyet etmedi annem. Hala öyledir.

İlk gözbebeğimiz kırmızı halıdan sonra evimize giren ikinci büyük eşya, mini TV ve buzdolabı oldu. O güne kadar hep TV’si olan komşularımıza gittik TV izlemeye. Kara şimşek dizisini izlemek için gittiğimiz komşumuzun odasına sığmaz, bulduğumuz yere otururduk.

Tek kanal olan ve belirli saatlerde yayın yapan TRT’nin kapanışından sonra ekrana çıkan karıncalanmayı izler mi insan? Ben izlerdim. Farklı bir çocuktum. Hayal kurardım karlamalı ekrana bakarak. Takip ederdim karıncalanan noktaları. Kaçarlardı ben kovaladıkça. Öyle hızlıydı ki hepsi, hiçbirini yakalayamazdım. Çünkü anlamsızlığa yüklediğim anlamdan başka bir şey değildi yaptığım şey.

Gün geldi, kurduğumuz hayaller gerçekleşti. Eşyalarımız oldu. Biri eskimeden diğerini aldık. Telefonumuz, bilgisayarımız, arabamız, daireler, yazlıklar… 

Çok şeyimiz olurken biz yok olduk. Şimdi bi’ dünya para versek o mutlu ve insan olduğumuz günleri satın alamıyoruz.

Bir arkadaşa zamanın birinde, çocukken bitmesin diye bir zeytini iki kez ısırırdık dedim. “Yazar Hanım, bunları yazılarında yazmayasın sakın. Gün gelir seni sevmeyenler, bu durumları kullanırlar.” dedi.

Yoksulluğun dibini gören arkadaş;

Sen hatırlamak istemeyebilirsin, sonradan gördüklerin seni mutlu edebilir ama ben yokluğun, geçmişin yaşattığı onuru ve mutluluğu hep taşıyacağım.

Her zaman, her yere…