BACISI EMİNE’NİN MUSTAFA’YA AĞIDI
Dünya püryan olmuş ah ben neyleyim
Uğruna güneşe siyah perdeyim
Bir gardaş yitirdim ahu zardayım
Dayanamam gardaş senin derdine
Bingöl’ün rüzgârı bek acı vurdu
Bu soyka ölüm de seni mi buldu
Yere bakan düşmanlar şaduman oldu
Dayanamam gardaş senin derdine
Elkızı da yol gözleyip oturdu
Geldiğinin altı ayında yitirdi
Bak, yavrunu başucuna getirdi
Dayanamam gardaş senin derdine
Duyan ahbapların koşup geliyor
Anan baban dizlerine vuruyor
Yavruların melül mahzun duruyor
Dayanamam gardaş senin derdine
İnanmam öldüğüne görmüşken ayan
Sabah oldu bak gardaşım uyan
Ses ver de gardaşım sesini duyam
Dayanamam gardaş senin derdine
RAHİME GELİN’E SORDUM. BİR DOKUNUP BİN AH DİNLEDİM
Anlatıp bitirdikten, diyeceklerini dedikten sonra sustu. Bir süre sessiz kaldık. Mustafa’ya, olanlara, yakılan ağıda saygı duruşumuz oldu bu.
Onu da sormadan edemedim. Ne diyecek bilmek istiyordum. 
“Rahime eci,” dedim, “ta baştan sana duyursalardı, bunu bilseydin, Sare’nin üzerine kuma gelmesini ister miydin, buna ‘Olur’ der miydin?”
Yüzüme baktı. Böyle bir soruyu yadırgamadı. Demek ki bunu kendi kendine de çok sormuş. O yüzden üzerine çok düşünmedi, pek duraksamadı.
“Verirdim oğlum,” dedi, “tek Mustafa yaşayaydı da… Kumayla birlikte alnımıza ne yazılmışsa onu yaşardık.”
Yine sessizleştik. Bir süre bekledim. Böyle demesine de bir saygı gerekiyordu. 
“Sen biraz bekle,” dedi, “şimdi gelirim.” 
Kalktı, gitti. Ben o ara yarım ettiğim bardaktaki ayranımdan birkaç yudum daha aldım. Çok geçmeden geri geldi. Elinde de bir bohça. Oturdu.  Bohçayı yavaş yavaş, özenerek açtı. İçinden bir çift yün çorap çıkardı. 
“Mustafa askerden geldiğinde giysin diye örmüştüm. Çorabı eskitmeden onu kara toprak aldı. Biliyor musun bu çorapları yıkamadım, öylece dürdüm bohçaya koydum,” diye anlattı.
Çorapları bohçanın kıyısına düzgünce koydu. Uzandı, bohçadan maviyle sarı renkli el dokuması bir kuşak çıkardı. 
“Aha şu da kuşağı. Onu da yıkamadım. Olduğu gibi bıraktım, dürdüm bohçama koydum. Onları sandığımda saklarım. Ara sıra sandığı açarım, o çoraplarla kuşağı elime alır burnuma götürürüm. Derin derin içime çeker, onları koklarım. Onlardan Mustafa’nın kokusu gelir, onun kokusunu alırım.”
Bir süre daha sustuk. Bu gibi durumlarda susmak gerekiyordu.
Sonra diyecek bir şeyi daha olmalı ki yine yüzüme baktı. Önemli olmalıydı. İlgiyle baktım. Dedi. Öyleymiş, önemliymiş.
“Ben öldüğümde bu bir çift çorapla kuşağı döşüme koysunlar. Onlar yüreğimin üstünde dursun. Götürsünler, beni onlarla gömsünler.”
Burada başımı en içteninden eğdim. Ağırbaşlı, kendince bilge, olgun, anlayışlı içi dopdolu o Anadolu kadınına sevgiyle, saygıyla baktım.
BİTTİ Mİ, YOK DEĞİL. BİTMİYOR. BİRKAÇ ŞEY DAHA VAR. RAHİME GELİN DE AĞLAMIŞ, AĞLAYIŞINI AĞIT ETMİŞ
Öyküye son biçimini vermek için birkaç sorunun yanıtını aramak gerekti. Bunun için geçen köyü aradım. Rahime Gelin’in geliniyle görüştüm. Çoğu şeyi doğrulattım. Bilmek istediğim soruları sordum. Konuşmaya başladık. Bir de ne göreyim. Ben Rahime Gelin’le görüştüğümde gözden kaçmış, açılmamış, konuşulmamış çok önemli birkaç şey daha var. Bana aktardılar, sağ olsunlar. ‘Daha neler varmış, neler. İyi ki arayıp da sormuşum,’ demeden edemedim. 
Bu konu üzerine çalışırken usuma gelmedi değil: ‘Mustafa’nın bacısı öyle bir ağıt yakmış da Rahime Gelin bir şey dememiş mi?’ İşte bu sorunun yanıtı o geçen günkü konuşmalarımda geldi. Demiş, demiş. Demez olur mu.
Dizelerden anlaşıldığı üzere Rahime Gelin bu ağıtı çocuğun doğup ona babasının adını koyacakları belli olduğunda söylemiş. Arttıkça artan acısı, doğan oğlu, ona Mustafa adını verecekleri, onu Mustafa diye çağırmanın güçlüğü… İçi dolup gelmiş olmalı. O da demiş diyeceğini.
Yüce dağdan kar istiyor
Bahçemizden gül istiyor
Kürdün kızı telgraf çekmiş
Yine benden yar istiyor
Ninni desem uyur mu ola
Ağ bebeğin büyür mü ola
Deseler ki oğlun oldu
Duyar da gelir mi ola
Yaylamızın suyu tatlı
Sayfatının altı otlu
Adını çocuğa koysam
Çağıramam tatlı tatlı
Okuyanın içi cız ediyor, sızım sızım sızlıyor, değil mi? Bende de öyle oldu. Böyle de mi dokunaklı olur!
ADI, ADI OLUR
Adını çocuğa koysam
Çağıramam tatlı tatlı
dizelerinde olduğu gibi doğan çocuğun adını Mustafa koyarlar. Yalnız onu “Mustafa” adıyla çağırmazlar. Rahime Gelin’in dediği gibi çağıramazlar tatlı tatlı. Ona “Adı” derler, adı “Adı” olur. Onun adı Adı kalır.
Bunun nedenini, Adı’nın kız kardeşi Fadime Koç-Demir açıkladı. “Onu “Mustafa” diye çağıramıyorlar. Deseler boğazlarında bir yumru oluyor. Gözleri dolup dolup geliyor. Adı güzel ya, onun yerine babasının adını alan Mustafa’ya ‘Adıgüzel’ diyorlar. Sonra da kısaltıp adını Adı ediyorlar.”
Demek ki Adıgüzel demeleri bile adı güzel olanı anımsatmış. Onu demeyi bile güç bulmuşlar.
ADI’YA NE Mİ OLDU?
Adı yetişir, büyüyüp serpilir. Babası gibi yakışıklı bir delikanlı olur. Alımlı, çalımlı bir güzel oğlanken bir şeyler olur. Adı oraları bırakır, çeker gider. Gidiş o gidiş. 
Adı bir daha da geri dönmedi. Dönen ölüsü oldu. Yaklaşık elli yıl sonra, 2014’te bir tabutla geldi. Köyünün mezarlığında toprağa verdiler. Adını aldığı babasının, elleri koynunda bıraktığı anasının yanlarında sonsuz uykusunda yatmaktadır.
Adı bir süre Ankara’da kaldıktan sonra nasıl olmuşsa doğu illerine gitmiş. Gittikten sonra oralarda kalmış. Bingöl’e gitti mi, orada da kaldı mı, bilinmiyor. En çok kaldığı iller Diyarbakır, Hakkari, Van. Oralarda eğleşmiş.
Adı’yı iyi anlatırlar. Gitmeden önce bilen tanıyanlar onu olgun, sevimli, kişilikli, sevmesini saymasını bilen, kırmayan incitmeyen biri olarak tanımlarlar. Gittiği, kaldığı yaban ellerde onu tanıyanlar da onu öyle bilmiş, öyle saymış. Oralarda da kişiliğini korumuş. Düzgün, erdemli, yardım seven, değer bilen, işini iyi yapan biri olarak söylenmiş, anılmış.
OKUYAN KESİN BİLMEK İSTER: RAHİME GELİN’İN İSTEĞİ YERİNE GETİRİLDİ Mİ?
Gözden kaçmamıştır. Rahime Gelin’in ölünce o isteğinin yerine getirilip getirilmediğine değinilmedi. Bunu da yazmamak olmazdı.
O çorapları torunları bölüşmüşler. Birini bir torun diğerini de başka bir torun almış saklamış. O sarılı, yeşilli kuşak el dokumasıdır. Çok güzeldi. Ya Rahime Gelin ya da evden biri dokumuş. Bu bilinmiyor. O kuşağa ne olduğunu da bilen yok. Şimdi nerededir, kim bilir?
Yok, yok Rahime Gelin’in isteğini yerine getirmişler. ‘Çoraplarla o kuşak onlardan birer anı olarak bize kalsın,’ diye düşünmüş olmalılar. Doğrudur, bunu anlayışla karşılamak gerek. Onların yerine Mustafa’nın kokusunun en çok sindiği gömleği varmış. Rahime Gelin o gömleği de yıkamamış, dürmüş öylece bohçasına koymuş, sandığında saklamış. İşte o dürülü gömleği Rahime Gelin’in döşüne koymuşlar da kefenini öyle sarmışlar.
Rahime Gelin’i, Mustafa’sını, Sare’yi, olanları yazmak gerekti. Amaç onlardan kalanları duyurmak, bildirmek, yaşatmak. Yaşasınlar onlar; bir süre de böyle anılarda, belleklerde var olsunlar, kalsınlar.
EK BİLGİLER, BİRKAÇ AÇIKLAMA
Musfa’nın Sare’sinin acısına dayanamayıp ölüme gözlerini yumduğu gün ile yıl: 20-04-1946