GÜNEŞİN dağı  taşı  yakıp  kavurduğu  gibi  yüreklere  düşen  kor  ateşleri de  sevgi  ve  sevda  odunlarıyla  yanan  ateşi  korlandırıyordu. Ahmet  Öğretmen,  dokunamadığı,  koklayamadığı  o  Gülbahar…  sevgisiyle  sessiz  sedasız  yanıp  kavrulurken, öz  babası... “Yusuf’ta…  yıllarca  göremediği  ve  koklayamadığı  oğlu  Ahmet’inin  Ulu  Tepe’de  esen  yellerin  getirdiği  evlat  kokusuyla  avunduğu.  Hasretle harmanını    sevgiyle  düvenliyordu;
-Buldum…  seni  oğlum,  dedi.
Dilinin  tetiği  bozuldu  konuşamadı. Kolları  kalkmıyor, artık  ayakları da  onu  taşıyamaz  halde;
-Yoruldum  artık...  diye  mırıldandı.
Gönül  ellerini  göğe  kaldırarak  ve  aldığı  nefeslerini de  yenileyerek;
-Allah’ım,  oğlum  Ahmet  Öğretmenin  okuldaki  karatahtaya  yazdığı  o  veda  ak  yazıları  son bir kez  olsun  gidip  okumamı  nasip  eyle... diye  dualarını  sıraladı  ve  kendini de biraz  zorlayarak  okula  geldi. Kara  tahtadaki  o  ak  yazıları  okudu,  ağladı. 
Gözünden  akan  yaşlarla  ağaçları, çiçekleri, kuşları  suladı. Köy  muhtarıyla  buluştu. Bu  buluşma  muhtarı  endişelendirdi. Yusuf,  muhtara  seslenerek;
-Dağa, taşa, kuşlara  açtığım  derdimi  bir de  sana  anlatayım, diyerek  yorgun  ve  bitkin  bir  ses  tonuyla;
-Buldum  onu!...  dedi.
Muhtar:
-Sakin  ol  Yusuf,  kimi  buldun?  Neyi  buldun?  dedi.
Yusuf,  yutkunarak;
-Ahmet  Öğretmeni,  dedi.
Muhtar:
-Eee!!!...  Ne  olmuş  Ahmet  Öğretmene?.
Yusuf:
-O  benim  çocukken kaçırılan kaybolan  Ahmet’im...  dedi.
Muhtar  şaşkın  bakışlarıyla  ve  tekleyen  ses  tonuyla;
-Kim  söyledi, nereden  öğrendin?...  diyerek  şaşkınlığını  sevinç  ve  panik  duygularını  dağıttı ve söze devam etti:
-Sakin  ol, şunu  baştan  anlayacağım  bir  şekilde  yeniden  anlat, dedi.
Yusuf:
-Ahmet  Öğretmenin  evine  gitmiştim.  Yemekti,  çaydı  derken  koyu  bir  sohbet  ettik. Daha  sonra  öğretmen, fotoğraflarını  getirdi,  birer  birer  baktık.  Küçük  bir  fotoğraf  dikkatimi  çekti  çünkü  aynısından  bende de  vardı. Oğlumdan  geride  kalan  tek  o  fotoğraftı...
Cansız  yumurtaya  can  veren  Allah,  sanki  o  fotoğraflara  can  vermişti. Muhtarın  anlatılanlar  karşısında  nutku  tutulmuştu.
Eline,  yüzüne  konan  sinekler  onu  rahatsız  etmiyor,  ibret  ve  dehşetle  Yusuf’un  ağzından  çıkan  sözleri  ve  gözlerinden  akan  yaşları  seyrediyordu.
 Ağlamak  istiyor ancak  Yusuf’un  hüzün  seli  muhtarın  hüzün  seline  fırsat  vermiyordu.
Yusuf,  kendi  anlattıklarına  daha  fazla  dayanamadı.  Olduğu  yerde  yığılıp  kaldı. Vilayete  hastaneye  götürdüler, iğnesini  ilacını  aldılar  ama bir  fayda  vermedi.
-Ölüm  gelmiş  cihana  baş  ağrısı  bahane... dediler.
-Yusuf  iflah  olmaz... diye  mırıldananlar  oldu.
Yusuf,  bitkin  sesiyle;
-Muhtar  Emmi,  ben  kendimi  biliyorum.  Durumum  çok  ağır,  sana  zahmet  oğlum  Ahmet’e  bir  telefon  et, yalvar  yakar  yanıma  getir  onu. Son  bir  kez  göreyim.  Şu  duvardaki  asılı  paketi  ona  verin,  içindekiler  dile  gelip  Ahmet’e  gerçekleri  söylesin,  dedi.
Muhtar, oradan  ayrılarak  muhtar  odasına  geldi.  Telefon  ahizesini  kaldırıp  numaraları  sırayla  çevirdi.
Ahmet  Öğretmeni  bulamadı,  anasıyla  konuştu. 
Olanları  sırayla  birer birer  anlattı.
Yusuf,  iyice  ağırlaştı.  Sayıklamaları.
 Karga  Köyü’nü  sallıyordu adeta:
-Rabbim,  sana  sevgimi  ve  sabrımı  paketledim,  getiriyorum... diyerek  son  nefeslerini  tazeliyor ve;
-Haydi,  gel…  artık, diyordu.
Yusuf,  etrafında  toplanan  komşulardan  su  istedi.  Öğütvari…  ses  tonuyla;
-Komşularım,  dostlarım  abdest  alıp,  Namaz  kılın.  Kimseyi  hakir  görmeyin. Yağmur  gibi  cömert,  toprak  gibi  verimli  olun.  Kötülükten  sakının,  iyiliği  yeşertin... diyerek  son  nefeslerini  ve  son  yükünü  sevgi  sergisinde  satmaya  çalışıyordu.
Ahmet  Öğretmen  aceleyle  eve  girdi.
-Namazın  vakti  geçiyor, diyerek  Namazını  kıldı,  dualarını  sıraladı.
-İçimde  bir  sızı  var  anne,  dedi.
Annesi, Ahmet’in  gözlerine  baktı,  mülayim  bir  ses  tonuyla;
-Oğlum,  Karga  Köy  Muhtarı  telefon  etti.  “Yusuf”  diye  biri  varmış,  çok  acil  hasta  olduğunu  söyledi.  Acilen  seni  köye  çağırıyorlar,  dedi.
Öğretmen,  dizlerinin  bağı  çözülmüş  gibi  oturduğu  yerden  kalkamadı.
Titreyen  bacaklarının  üzerine  kalkarak  yolculuk  için  hazırlıklarını  tamamlayıp  annesinden  destur  istedi. Annesi:
-Oğlum  biraz  acele  et,  o  senin  öz  baban….  Allah  yardımcın  olsun,  dedi. 
Öğretmen:
-Babammış... diye  şaşkınlık  sergiledi. 
Annesi:
-Soru  sorma,  acele  et.  Orada  sana  her şeyi  anlatacaklar,  diyerek  evdeki  arabanın  anahtarını  verdi ve  oğlunu.
Karga  Köyü’ne  yolladı.
Ahmet  Öğretmen,  karmaşık  duygularla  yola  koyuldu.  Kafasındaki  sorular  arada bir  dilinden  süzülerek  uçuşuyor;
-“Yusuf emmi”  benim  babammış... Duygularım  bana  ipucu  vermişlerdi,  neden  daha  önce  anlayamadım?... diyerek  kanatlı  bir  kuş  gibi  uçarak  gidiyordu.
Öğretmenin  annesi  bir  an  heyecanlanarak;
-Ben  ne  yaptım  Allah’ım?  Ahmet’in  kafasını  karıştırdım.  Bu  yetmiyormuş  gibi  bir de  arabayı  verdim. Allah  korusun,  ya  kaza  yaparsa?!.. diye  şaşkınlık  ve  korku  içinde dualar  ediyordu….
Selam ve dua’larımla.