BİZİM çocukluk dönemlerimizde öğretmene duyulan saygı bambaşkaydı. Sadece öğrenciler değil, 7’sinden 70’ine herkes toparlanarak ayağa kalkar, yüksek itibar gösterirlerdi. Biz çocuklar öğretmenlerimizi dışarıda görünce hemen cephe alarak hazırol vaziyete geçer, başımızla eğilerek Japon selamı verirdik. 
Oya Aydoğan diye bir sinema sanatçısı var ya; aynen ona benzeyen, asalet, görgü, hitabet ve zarafetiyle herkesin hayran olduğu Dudu ÜNAL diye çok güzel bir öğretmenimiz vardı. Kuralcı, disiplinli, güzel konuşmaya, yazmaya, görgü ve davranış kurallarına aşırı titizlik gösterirdi.
Onun verdiği ödevler anında yapılır, çalış dediği konular harfi harfine çalışılırdı. Ödül ve cezayı adil uygular, kimsenin şımarmasına, şımartılmasına izin vermezdi. Düzen, tertip, sevgi, saygı, yardımseverlik ve tevazuyu bize ortak karakter olarak aşılıyordu. Ben ömrümde onun kadar saygı gösterilen, sevilen, korkulan ve değer gören tüm kavramların bir arada isminde birleşip sergilendiği bir insan daha görmedim. En büyük oydu.
Sosyal Bilgiler dersinden İç Anadolu Bölgesinde yetişen tarım ürünleri başlıklı bir konuyu bana ödev verdi ve yarın anlattıracağını söyledi. Hazırol vaziyette başımı eğip selam verdim ve ödevimi aldım. Çok çalıştım. Nerdeyse 2 sayfayı harfi harfine ezberledim. Sabah kalktım, elimi, yüzümü yıkadım. “Garatoh” dediğimiz önlüğüm ve yakam tertemizdi. Temizlik mendilim ve sümük mendilimde hem düzenli hem katlıydı. Tırnaklarım kesik, saçım üç numara, soğukkuyu ayakkabılarım suyla ışılatılmış, çorabım, pantulum düzenli, kitaplarım, defterlerim yüzlüydü. Yani öğrenci olarak kızılacak en ufacık bir kusurum yoktu.
Tahtaya kaldırdı. Hazırol bir vaziyette, kağıda, kitaba bakmadan, heyecan ve aşırı saygıyla dersimi anlatmaya başladım…. İşte anlatıyorum… Orta Kızılırmak Bölgesinde şunlar yetişir, Yukarı Kızılırmak Bölgesinde şunlar yetişir, bunlar yetişir, buğday yetişir, arpa yetişir, nohut yetişir, mercimek yetişir, pancar yetişir vs. anlatıyorum. Aynen kitapta yazıldığı gibi. Harfi, harfine, diyorum ya ezberledim.…. Aferimin yıldızlısını umuyorum.
Fakat, ben anlatırken Dudu Öğretmenim ritmik aralıklarla “Eşşek herif” diyor kafama vuruyor, biraz sonra “Terbiyesiz” diyor tekme atıyor, biraz sonra “Utanmaz salak” diyor tokat atıyor, biraz sonra “Man gafalı, geri zekalı” diyor kitapla yüzüme çarpıyor….. Allah Allah yav… İçimden diyorum ki, “Yarabbi ben daha norüyüm, kitapta ne yazıyorsa ben onu anlatıyom. Bundan güzel nasıl anlatılır?.. Üsdüm, başım tertemiz, düzenli, cillop gibi.. “Aminim bu örtmen bana niye ha bire zopa çekiyo.?” diyorum. Tabiiki içimden. Şaşkınım ki nasıl. Geri kendi kendime yine içimden durum muhakemesi yapıyorum ve diyorum ki, “Haa bu gız ohumuş gosgoca oğretmen olmuş, adam döğme çoh keyifli bişey. Mecbur bu bizi ha bire düvecek. İstediği zaman alayıcığımızıda düver, geberdir heç kimse bibişey diyemez aminim” diyodum.
Ama yinede merak ediyordum. Bu beni niye dövüyor diye. Aradan yıllar geçti. Askere gidiyordum. Otobüste yolculuk yaparken bu konuyla ilgili kafamda bir lamba yandı. Durumu çözmüştüm. Ben dersimi anlatırken kelime aralarında Yozgat virgülü kullanıyormuşum ve tam o anda dayak yiyormuşum. Nasıl aklıma gelmez. Anlatırken işte “İç Anadolu Bölgesinde buğday yetişir aminim”, “Pancar yetişir a.g.”, “Mercimek ekilir zağladıyım.”, “Pahla yetişir kahıyım.” falan gibi... Anlatırken kullandığım her Yozgat virgülünde depiği, şamarı yiyomuşuh biz. 
Biliyorsunuz ki biz daha kucak bebeğiyken bile babamız, annemiz parmağımızı tutup,  kimle karşılaşırsa doğrultarak, “Hadi şuna bi ananı ananı de” diye büyütürlerdi. Karşısındakiler de “Hay Maşşallah, Allah esirgesin, böyüyüncü eyi süver bu, bek ahıllı olur inşallah” diyerek bizi onore ederdi. Tabiiki bizde bu alanda ha bire ihtisaslaşırdık. Ne bilek. Suç olduğunu.
Yoksa durup dururken niye döğsün gosgoca Dudu oğretmen...