BİR zamanlar Çekerek’in kara önlüklü öğrencileri bizlerdik. İlkokula çarşının tam ortasında bulunan, hatırlayabildiğim kadarıyla yürüyünce gacur gucur ses çıkaran ahşap tabanlı Atatürk İlkokulunda başladım. Eski, ama usta ellerin değdiği okul, geçmişten firar edip günümüze kaçabilseydi Çekerek’in nostaljik yüzü olabilirdi. Eski yapılara karşı ayrıca bir hayranlığım olduğunu itiraf etmeliyim. Tabii ben ve sınıf arkadaşlarım okula sığamamış, bodrumda bizim için açılan sınıfa doluşmuştuk. Okulun bahçesinde, okuldan bağımsız derme çatma iki de tuvalet vardı. Çok küçüktüm, yanlış hatırlıyorsam hatırlayanlar yardımcı olsunlar lütfen!
İkinci sınıfa geçince fazlalık olan biz, hamamın alt tarafında bulunan Akbay İlkokuluna nakledilmiştik. Atatürk İlkokuluna göre yapı ve mimarisi daha modern olan Akbay İlkokulunun iki giriş kapısı vardı. Yukarı girişteki kapıdan öğrenciler girmezdi. Bu girişte çimenler, az da olsa ağaçlar vardı. Bir de harita görünümünde içi su dolu, yüksekliği 60 santimetreyi geçmeyen, minik bir havuz. Biz, onu heybetli ve şahane bulurduk. Görmek için can atardık.
Sonra, ilçeden uzak bir tepeye yapılmış ortaokul ve liseye devam ettik. O zamanlar okulun etrafında tek tük ev bulunurdu. Şimdi kocaman bir mahalle olmuş, isim bile verilmiş. Üst tarafımızda Çekerek Endüstri Meslek Lisesi ve Çekerek İmam Hatip Lisesi de vardı. Bir ilçenin bütün ortaokul ve lise öğrencileri tepede bulunan bu okullara giderdi. Çekerek, tepeden çok güzel görünürdü. Biz, teneffüs aralarında camdan Çekerek’e bakar, o zamanlar cep telefonumuz olmadığı için hafımıza görüntüsünü kaydederdik. 
Liseye gitmek için iki tarafı bağla kaplı, dümdüz uzayan uzunca bir yolu kullanırdık. Eylülde okullar açılırdı. Mevsime yenik düşerdi bağların yaprakları. Hüzün, yapraklardan sarı sarı eserdi sevdalı yüreklere. Sevdalılar; ayrılırlar mı, yoksa mevsime inat sevmeye devam mı ederlerdi, bilmiyorum. Kış gelirdi ardından. Kar yağardı en havalısından. Ağaçları gelin gibi süslerdi kar. Uzunca yolu ağaçları seyrede seyrede giderdik. “Şu ağaç çok güzel.” “Bu ağaca bakar mısın?” “Ayyyy, muhteşem!” diye diye uzun yolu kara, buza aldırış etmeden bi’ çırpıda bitiriverirdik. Her birimiz bir ağaç seçerdik kendimize. Ağacımıza, karı eriyinceye kadar yoldan her geçişimizde tekrar tekrar aşık olurduk.
Karlar erirdi, ağaçlar bir bebek gibi yeniden doğardı doğanın karnından. Benim de çok sevdiğim İlkbahar; yeşili, pembesi, alı, moruyla gelirdi. Ağaçlar, dostlarına kavuşurdu. Kuşlar dönerdi yuvalarına. Hayatımızın en güzel müzikali bu yoldu belki de. İlk senfonimizi, konçertomuzu bu yolda dinledik. Her kuş doğuştan bir Mozart’tı. Zeki Müren’di süslüleri… Aşk mevsimiydi ilkbahar. Kışın üşüyen yürekler, baharın gelişiyle ısınırdı. Yine, yeniden sevdalanırdı liseliler.
Küçük bir ilçede öğrenci olmanın artılarını ve eksilerini yaşayarak öğrendim.
Sınıf mevcudumuz lisede 20’yi geçmezdi diye hatırlıyorum. Çekerek’in adeta özel koleji gibiydi devlet okulları. 20 öğrenci arasında tabii ki dersi daha iyi anlardık. Bilgiye daha çabuk erişirdik. Öğrenmede avantaj olurdu az mevcutlu sınıf. Hiç unutmam, öğretmenlerimiz: “Siz çok şanslısınız, büyük şehirler deki okulların sınıflarında 50 öğrenci var.” demişlerdi. Haklı olduklarını İstanbul’a gelip okulların durumunu görünce anladım.
Fakat eğitim hayatımızda her şey çok güzeldi diyemeyiz. Branş öğretmenler çoğu zaman bulunmazdı. Matematik öğretmeni, Beden Eğitimi dersine; Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni, İngilizce dersimize girerdi mesela. Bu öğretmen yokluğuna, bir de yoksulluk eklenirdi acımasızca. Botsuz, montsuz çocuklardık. Soğuğu, üzerimize giydiğimiz insanlığımız ve masumluğumuzla engellerdik. Burnumuz ve ellerimiz üşüse de üşümezdi yüreklerimiz. Kalemimiz çabuk bitmemeli, defterlerimiz yıpranmamalı, sahip olduğumuz her şeyin kıymetini bilmeliydik. Çünkü yedeğimiz yoktu, yenisi kim bilir ne zaman alınırdı? 
Ödev yapmak için kaynak bulmak ise başlı başına sorundu. Evimizde kitaba dair hiçbir şey yoktu. Ben işime yarayacağını düşündüğüm takvim yapraklarını biriktirirdim. Elime geçen gazetelerden kestiğim bilgileri toplardım. Tv’den daha çok bilgi alabileceğim belgeseller, yarışma programları, bilim, sanat, tarih, kültür söyleşilerini dinler, notlar alırdım. İlçede bulunan kütüphane iyi ki vardı. Ya, o da olmasaydı?  Öyle kolay olmazdı proje ödevi hazırlamak. Çoğu öğrenci bu konuda sıkıntı yaşardı. Ekonomik sıkıntılar eve bir kütüphane oluşturmaya engeldi. Anne ve babalar ya okuma yazma bilmezdi, ya da bilgi ve bilince sahip değildi. Maalesef internet diye bir şey ülkemize ayak basmamıştı. Bastıysa da bizim ile bizim ilçeye uğramamıştı. Çocuktuk, bilmiyorduk. Şimdi bakıyorum çocuklara, iyi ki interneti o yaşta tanımadık, diyorum.
Sarıkaya, Çayıralan, Yerköy ve diğer ilçelerimiz hatta Yozgat’ta bile durum bundan ibaretti.
Eksikler geçen yıllar içinde giderildi mi? Şimdi ilçelerimizde okullarımız ne durumda? Bilmiyorum. Birkaç arkadaşımdan aldığım bilgiye göre, branş öğretmen yokluğu hala devam ediyormuş. Milli Eğitim Müdürlüğümüz bu konunun takipçisi olurken; biz, ailelerin üzerine sinmiş yoksulluğun neden giderilmediğini, üzerine alınmak isteyen, istemeyen herkese bir kez daha soralım…