YANIK sesiyle okuduğu akşam ezanını dualayan Hayret efendi alelacele sofraya oturdu, besmele çekip suyunu içtikten sonra girişti çorbaya. Saatlerdir aç olmanın verdiği iştahla sıraladı tabakları. Bir eli kaşıkta diğeri ekmekte, alnı terliyordu. Yorulmuştu yemekten lakin karnında hala bir boşluk hissediyordu. Küçük kızına seslendi, tatlı geldi masaya. Şerbeti daha soğumamış kadayıf dilimini bir lokmada yuttu, mübarek ağzının kenarını elinin tersiyle sildikten sonra ikinci dilime uzanmıştı ki, yutkundu. Sol yanına bir ayı oturmuş da kalkmıyordu sanki. Bir iki kez denemesine rağmen kıpırdayamadı. Bir soğukluk çöküyordu üstüne, 'eyvah' dedi sanırım vakit tamam. Sağa sola göz gezdirdi ne bir siyah karaltı vardı ne de tırpan. Azrail görünüyor muydu acaba göze, emin olamadı. Bir ses verebilseydi eğer gırtlağı Kelime-i Şahadet getirecekti.
Düşündü zihninin son pırıltısıyla, ne mendebur bir düşmandı ölüm, ummadığı anda saldırmıştı. Ölüm umulacak birşey miydi acaba? Müezzin olarak geçirdiği koskoca ömründe hiçbir hazırlık düşünmemişti ölüme karşı, hazırlığı olsa başederdi belki, köyün ortak sürüsüne kattığı keçilerini verseydi gider miydi acaba ölüm ya da maaşından biriktirip aldığı bir daire ile dükkan savar mıydı başından Azrail denen aksi suratlı meleği? İki senelik taksidi geçen ay biten dizel otomobili bedeli olabilir miydi bir kaç yıl daha yaşamanın?
Pazarlık etmeye razıydı ama muhatap bulamıyordu. Cenazelerde para karşılığı okuduğu mevlitlere, gazellere üzüldü bir an, keşke bedava okusaydı hem sevap da kazanırdı. Şimdi kendi selası ve mevlidi için karısından ücret isteyeceklerdi,ona da bozuldu. Hiç Allahın kelamı için para alınır mıydı?
Büyük oğlu ve kızı evlenmişler ama küçük kızı bekardı. Karısı bir başına o kızı evlendiremezdi, kesin yanılırdı, kız da davulcuya kaçar babasını mezarında ters döndürürdü. Mezarda ters yattığını hesap etti birden, yüzükoyun uzanmış, ağzını toprak kapatmış. Böcekler de çok büyüklermiş. Sinirlendi birden, davulculuk mesleğine sinkaf etti içinden.
Hayır duası lazım derler ölünün arkasından, acaba ne kadar dua alacaktı, neyle ölçülüyordu duanın miktarı, kilo mu, litre mi, arşın mı? Bunca yıldır dua ettiğine fakat duanın ölçüsünü bilmediğine yandı. Yüce Rabbin bir terazisi vardı ama terazinin cinsi kitaplarda da geçmiyordu ki. Belki su terazisi gibi kulun eğrisine bakılıyordu o teraziyle ya da ağırlığı tartılıyordu. Teraziyi bilip de malı bilmemek ne ayıptı. Büyükannesinden öğrenmişti ilk dualarını ama ilerde gördü ki dualar eksik. Duadan çalıyordu büyükannesi, duanın gramajı eksikti. Kadıncağız kime hayır  dua etse beddua oluyordu. Ardından dua edenler eksik dua ederse hali nic'olurdu. Çocuklarına doğrusunu öğretmiş miydi emin olamadı. 
Sırat denilen köprüye takıldı aklı, ince diyorlardı o köprü için, benim ayaklarım çok büyük geçemem ki ince köprüden diye ağlamaya başladı. Yeterince iyilik yapmışsam daha köprüye neden gerek duyulur ki dedi. Köprünün altından harlanan ateş eteğimi ucunu tutuşturur korkusu ile titredi birden. Ya ayağım kayarsa, arkadan iteklerlerse gibi sorular boğazını kurutmuştu. Köprü kaç metreydi acaba, çok uzunsa yorulurum diye hayıflandı, koskoca göbekle nasıl yürünür arkadaş diye yüzünü ekşitti. Ya köprü çürümüşse, milyar yıldır orada duruyor?
 Kulağına gelen siren sesi ile gözleri kapandı Hayret efendinin. Tekrar gözlerini açtığında beyaz çarşaflı bir yatakta uzanmış yatıyordu. Başörtüsünün ucuyla gözyaşını silen karısı başucunda, davulcuya kaçmaya meyilli kızı da tam karşısında oturuyordu. Ölmemişti Hayret efendi, işte sapasağlam dünyadaydı. Daire, dükkan ve arabası da kendisiyleydi. Muayene eden doktor yarın taburcu ederiz diyerek çıktığında sevinçle kocasına bakan gözüyaşlı kadın sordu:
-Bir isteğin var mı bey?
-Olmaz mı hanım, dedi Hayret efendi, ''olmaz mı, kadayıfı yiyemedim, yarın iftara yeniden yaparsan cennetlik kadınsın..''