Yaylaya çıkmış kafiye avcısı
Ovada eyleşir yaylardan geçmez
Katınca şiire yoğurt mayasını
Söz mayalanır şiire benzemez

Ben yayla çocuğu olduğum için yaylaları ve yayla türkülerini çok severim. Hele hele türkü sevdama yayla türkülerini de katık edince yaylalı türkülerin arka planı daha da zenginleşir, binlerce yayla hatırası canlanır. Mesela şu Sivas Şarkışla yöresinden alınan “Bedir” türküsü var ya bana göre bir yaylacı ağzından çığırılsa, herhalde birkaç kat daha güzelleşir.
 
Uğrunu uğrunu gelir dereden
Benlerini sayamadım kareden
Sevdiğimi bana yazsa yaradan
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
 
Aşağıdan cıvıl cıvıl kuş gelir
Armağanlar dolu gider boş gelir
Sevda bilmeyene hayal düş gelir
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
Uğrunu uğrunu kelimesinin etimolojisi üzerinde duracak değilim. Bazı türkücüler ürünü ürünü şeklinde söylüyorlar. Varsın söylesinler, onların işi türküyü güzel söylemek, doğru çığırmak… Emrah’a ait şu iki dize bu konuda hayli kitap, kaynak karıştırdığımızın kanıtıdır.
Ben doydum usandım güzel sevmeden
Uğrun uğrun selam salıp durmasın
Yayla-kışla kelimelerinin Türk kültür tarihindeki yeri ve önemini de tartışmayacağım. Merhum hocamız Prof. Dr. Bahaddin Ögel beş ciltlik değerli araştırmasında bu kelimeleri oklava ile hamur açar gibi enine boyuna ince ince işlemiş yazmış.(1) Benim çocukluğum yaylada geçti. Ben bir kışlada (İnkışla) doğdum, yaylada yaşadım, yaylayı yaşadım, yayla yayladım.
Tahir Olgun’un Edebi Mektupları’nda anlattığı Siroz Kadısı hikâyesinde söylediği gibi yayla hakkında “derler, derler” tekerlemesini kullanmayacağım (2). Ben şahsen yayla üstüne, yaşadıklarımı, gördüklerimi anlatmaya çalışacağım. Yaylanın meddahlığını da yapmayacağım, yapamam da. Goethe’nin dediği gibi, yaşamadığım, burnumun direğini sızlatmayan bir olayı yazamam, anlatamam. Ama yeri gelmişken itiraf edeyim, yayladır beni “göğe bakanlar” parantezine alan!...
Yayla hakkında ilk duyduğum (nedense bende yer eden) şu söz, bu basit söz önem kazanır. “Hisarbey’in avratları bütün kış boyunca yorgan-döşek yatarlar, yayla zamanı gelince dirilip Yoğurt Yurdu’nun yoluna düşerler. Haşa huzurdan bu avrat yada avret kelimesini ben de sevmiyorum. Kökeninde edebe aykırı bir anlam var. Baba çıkasıca Arapca dan’  gelmiş, kurulmuş başköşeye, istemeyerek kullanıyorum. Çocukluk bu ya hasta insanların yaylada dirildiklerini sanırdım. Ne güzel, ne anlamlı, saf bir hayal. Keşke gerçek olsaydı! En iyisi bizim yaylaya Büyük Oba’ya göç ettiğimiz bahar günlerinin hatıralarıyla başlamalıyım söze.
Sarı ve konur öküzlerin koşulduğu kağnı, okuna-köpüne eşit yük binecek şekilde yüklendi. Öyle ya yayla yolu inişli yokuşlu. Kap-kacak, çul-çuval, yorgan-döşek, yayık çiğ kazanları yüklendi. Urganlandı. Yolda kağnının önünü çevirip “hayırlı olsun” diyecek konu komşuya vermek üzere hazırlanmış çörekler, nakışlı heybeye kondu, kağnının böğrünü asıldı. Babam kağnının önüne geçip dayağı çeldi. O değilden konu-komşuya şöyle bir baktı. Öyle ya herkes yaylaya çıkamazdı. Köyde kalanlar az da olsa yaylacıları kıskanırlardı. Keklik Pınarı’nı geçer geçmez karşıda koyu yeşil giyinmiş, dağlar, yaylalar göründü. Kara Çayır, Yoğurt Yurdu, Kuru Oluk, Gürlen Oluk, Büyük Oba, Fındıklı, bük. Babam yanık sesiyle bir türkü tutturdu. Üç etekli anam Meryem gelin arkada, ben kağnının üstünde. Kağnı sızılar gibi, usuldan gıcırdıyor.
 
Dağlar dağlar bizim dağlar
Otu biter suyu çağlar
Yazın yeşil kemha giyer
Kışın aksayalı dağlar
 
Sırıklı’da sıra taşlar
Gevenli görünmez göçler
Yeşilçamlar, gök ardıçlar
Gene mi şenlendin dağlar
 
Yükseğinde yurdun mu var
Enginin de kurdun mu var
Benim gibi derdin mi var
Gene mi ıssız kaldın dağlar
 
Devecisi deve güder
Dilberleri maya eder
Bir gün olur ilin gider
Gene mi ıssız kaldın dağlar
 
Mamalıdır benim adım
Urum’da söylenir dadım
Her koyakta bin bir çadır
Gene mi ıssız kaldın dağlar
Babam türküsünü çığırıyor anam arkada eli belinde yavaş yavaş kağnıyı izliyor. Yolda belde rastladıklarına, hayırlı olsun diyenlere çörek dağıtıyor. Kızıl Yokuş’u geçtik, karşıda iğreti meşeler, çamlar, ardıçlar, bük seçiliyor. Değirmenin boyrası önündeki kağnılar görünüyor. Çam kokusu, serin tatlı bir yel çevreye yayılıyor. Oğlan Paşa’nın Pınarı başında davar çobanı güneyden kuzeye el edip türkü söylüyor.
Şu derenin alıcı (ille yar, ille yar)
Kınalı parmak ucu (ille yar, can kurban, akşam gel)
Evlenmeyen kızların (ille yar, ille yar)
Kabul olmaz orucu (ille yar, can kurban, akşam gel)
Kızlar gider yaylaya (ille yar, ille yar)
Yaylada yaylamaya (ille yar, can kurban, akşam gel)
Yayla ocağın tütsün (ille yar, ille yar)
Yolla yari buraya (ille yar, can kurban, akşam gel)
 Çoban her dörtlüğün sonunda hey, hey diyerek elif miktarını artırarak bağırıyor, heyliyor yaylacıları. Heylemek bir yayla geleneği. Genellikle kızlar yaylaya giderken heylenir. Heylenen kız rast getirirse, fırsatını bulursa ve de gücü yeterse çobanı yumruklar yalandan.
Bir defasında pullu bürüklü, elleri kınalı al fistanlı bir kız beni bir güzel yumrukladı gülerek! Beni kardeşime benzetmiş, sonra anamdan özür dilemiş: “Meryem Eci, mektepli oğlunu büyük oğlun belledim. Yumrukladım, hırsımı aldım.  Onun da sesi soluğu çıkmadı. Selam söyle kusura bakmasın!... demiş. Gülüşmüşler…
Kızıl Yokuş’tan inince ver elini bük. Bük dediysem gelip geçmeyin. Bük demek, gölge serinlik, su, çiçek, pınar demek. İnsan içinde kaybolurda çıkmak için yolunu bulamaz. Bük demek, kuşburnu, öküzgözü, tavşan elması, kurmut, dağ eriği, fındık ve çamlarla boyca yarışan sorgun demek. Hele hele fındıkların gölgesinde büngüldeyen, kaynayan buz gibi, ayna gibi sular, pınarlar. Yüzükoyun, ağzını burnunu, kaynağın içine daldırarak, kana-kana su içmek! Değirmenleri döndüren su bükün için de dellenir, kendine binlerce yol bulur. Etraf bin bir çiçek, su kaplumbağaları, kurbağalar, yengeçler, balıklar! Uzun Gölü geçince Sığır Eğreği, Pırpırın Çayırı ve Büyük Oba’nın ağzı. Yaylanın eteği söğütler, kavaklar, bostanlar, akça ağaçlar, demir şişler, baldır kalınlığında meşeler, sorgunlar,  kuşburnular adını unuttuğum başka ağaçlar ve bitkiler. Büyük Oba’nın yokuşunu döne döne tırmanmaya başladık. Solda Hasdik’in Korusu, sağ yamaçta Kendirli Dere, Develi Dere adlı küçük vadiler. İbibikler, karatavuklar, üveyikler, karakargalar, bas bas bağırıyorlar kıyametleri koparıyorlar.  Selam Götür’ün viran bostanında yerini sevmiş söğütler, kavaklar. Bostan bitmiş tükenmiş adı kalmış. Yokuşu çıkınca Büyük Oba’nın damları görülmeye başlıyor.  Yaylanın eteği sapsarı, diz boyu silme düğün çiçekleri. Çiçeklerin arasında dolaşan buzağıların ve buzağıları güden uşakların, başları güçlükle seçiliyor. Yıllar sonra Selam Götürün bostanın adını merak ettim. Sordum soruşturdum, öğrendim. Adı Karaoğlan’mış. Karaoğlan dayının Molla Mehmet’e vergili kızı Emine’de ölünce, kızının cenazesi ardından giderken bir yandan ağlıyor, bir yandan da daha önce vefat eden küçük oğlu Duran’ına iletir inancıyla “Eminem, Eminem! Duran’ıma selam götür” diyerek ağlıyormuş. O günden sonra zamanla Karaoğlan adı unutulmuş, bizim Karaoğlan dayının lakabı Selam Götür kalmış. Bizim yaylada iki oba vardı. Kör Oğlan’ın Uşağı’nın Obası ve Kazmacılar Obası. Yaylada oturduğumuz günlerde sabah ve akşam vakitlerini hiç unutmam. Sabahları yaylacılar gün ışımadan kalkıp köye süt yoğurt, yani katık götürmek için hazırlanırlardı. O zaman ortalık tam manasıyla ana baba günü olurdu. Dana buzağı meleşmeleri, eşek anırtıları, çocuk ağıtları, feryat fiğan. Gündüzleri yaylada ses seda yok. Akşama doğru ortalık gene karışır. Çocuklar yaylanın eteğinde köyden dönen yaylacıları beklerler. Genellikle yaylada bulunmayan elma, armut, erik, şeker, keçiboynuzu umut ederler. Akşamları evlerde toplanıp büyüklerin anlattığı hikâyeleri dinlerler. Gençler türkü çığırırlar. Ortam uygunsa genç kızlar oynarlar.
Yaylada gökyüzü büyüktür, zengindir, cömerttir. Yıldızlar insana yakındır, insanın uzanıp tutası gelir. Bir defasında Veli Hoca’nın evinde bütün obanın toplandığını hatırlıyorum. Veli Hoca elindeki bir şişeyi göstererek: “Bizim kız bu ilaç var ya bu ilaçtan yastığınıza bir dirhem çalsanız, evde bit pire namına hiçbir şey kalmaz diyordu. Bize de bir kuş teleğini, ucunu şişeye batırarak verdi. Eve kadar yarım metre ilerde, yarım metre yukarda tutarak getirebildik. Aman ya rabbi! O nasıl bir iğrenç koku. Bu koku sanki bildiğim bu dünyaya ait değildi, olsa olsa öte dünyadan cehennemden gelen korkunç bir kokuydu. Perişan etti bizi. Yastığımızın altına koyup yattık. O gece uyuduğumuz uykuyu sanırım Yedi Uyuyanlar bile uyuyamamıştır desem yalan olmaz. DDT denilen meretmiş! Olan bizim evdeki babamın arılarına oldu. Arılara kıran girdi. İlaç için bir kaşık bal isteyen komşular gelmez oldu. DDT kadar kötü, acı olan olaylar da var. Bundan aşağı yukarı elli atmış yıl önce yazılmış hem yazan hem de yazdıran hakkın rahmetine kavuşmuş bir mektup örneği var elimde. Bu güne kadar sakladım. Yazmasam yok olup gidecek. İyisi mi yazayım da kurtulayım! Ne demiş elin Arab’ı:
Külli sırrun cavez el isneyni şae
Külli ilmün leyse filkırtasi dae!
Veremin yani ince hastalığın yaygın olduğu yıllarda veremli bir delikanlı hava değişimi için yaylaya gönderilir. Etli, sütlü, tatlı yesin, temiz havada çam kokularını ciğerlerine çeksin, sıyırmık, kuzu kulağı, omaç, sündürme ile beslensin diye. Fakat sinsi hastalık ilerlemiş, geç kalınmıştır. Çok sürmez delikanlı yaylada ölür. Cenazesi köyüne gönderilir. Mektup dediğime bakmayın siz düpedüz şiir belki de ağıt. Bu şiiri noktasına virgülüne dokunmadan yazıyorum(hoş nokta virgül de yok ya).
 
Aşkını kalbimden silemediğim
Hayalini gözümden ıramadığım
Seneler geçti göremediğim
Datlı dillim güler yüzlüm nerdesin
 
Buranın suları yüceden akar
Hasretin ateşi hep beni yakar
Bu ela gözler yoluna bakar
Datlı dillim güler yüzlüm nerdesin
 
Gurbetin yolu bükülür gider
Vallahi gözyaşım dökülür gider
O yârin bir selamı canıma yeter
Datlı dillim güler yüzlüm nerdesin
 
Buraya geliyom gözlerim yaşlı
Oraya kurulmuş bir ufak çarşı
Hasretim artıyor hep sana karşı
Bana yol vermiyor dağlar gel diye
 
Kalktı kısmetimiz bizim buradan
Başım kurtulmuyor dertten beledan
Kesme mektubunu gönder oradan
Bana yol vermiyor dağlar gel diye
 
Uy dedim de deli gönül uymuyor
Ah çeksem de kulakların duymuyor
Kadir mevlam bir kararda koymuyor
Bana yol vermiyor dağlar gel diye!
Demedim mi ben her Türk müteşairdir diye? Bu ağıtı, bu şiiri yazanlar belki de mektep medrese de görmediler. Ne edelim, Molla Camii’nin dediği doğru galiba: “yaratan bizim hamurumuza bolca şiir mayası katmış” olmalı. Yazanlar bu dörtlükleri nerden aldılar, nasıl ezberlediler, nasıl yazdılar? Bunları araştırmak, bulmak edebiyat tarihçilerinin işi. Fuzuli’nin dediği gibi: “müteşair olmadan şair olmak mümkün değildir” elbette. Tatlı dillim güler yüzlüm nerdesin dizesindeki datlı dillim söylenişi daha tatlı gelmiyor mu kulağınıza? Tıpkı Şehriyar’ın Heydar Babası’nda kullandığı Türkçe gibi. Dilerim sizin de datlı diliniz, datlı dillileriniz olsun!
 1966 yılında İstanbul’a gitmek üzere köye uğradım. Amcamlarım misafiri varmış çağırdılar. İki Ermeni kadın. Oğulları Arek bizim Emmioğlu’nun asker arkadaşıymış. Bir zamanlar yaşadıkları toprakları, yani bizim buraları ziyarete gelmişler. İstanbul’a gideceğimi duyunca Arek’e uğrayıp, iyi olduklarını, merak etmemesini söylememi rica ettiler. İstanbul’a varınca Arek’i arayıp buldum. Çok sevindi, İstanbul’u bohçalayıp önüme serdi sanki.
Yaşlı Ermenilerle konuşmak üzere kiliseye de gittik. Kilisenin avlusunda gördüğümüz yaşlı bir Ermeni Arek’in anlattıklarını duyunca: “Nerelisin yavrum” diye sordu. Arek bizim köyün adını söyledi. Yaşlı Ermeni beni kucakladı ve yanaklarımdan öptü: “Mustafa Çavuş hayatta mı kimi kimsesi kaldı mı” diye sordu. Ben, Mustafa Çavuş’un gününe yetişemediğimi halamın kocası olduğunu, bir kızı bir de oğlu kaldığını, pehlivan olduğunu söyledim. Bizim yaşlı Ermeni, benim yani “Gâvurun Türkü’nün” yakasına yapıştı: “Yevmül mahşerde elim yakandan gitmez. Varınca çocuklarına söyle haklarını helal etsinler.
Allah şahidimdir, benim hakkım varsa onlara helal olsun” dedi. Daha sonra Mustafa Çavuş’un kızına ve oğluna bu olayı anlattım. Allah var onlar da helallik verdiler. Kilisenin avlusunda bir kenara oturup sohbet ettik. Mustafa Çavuş’u nasıl ve nereden tanıdığını sordum. Yüzünü acı bir tebessüm kapladı ve anlatmaya başladı: “Eskiden yani o günlerde bahar gelince hep birlikte yaylaya göçerdik, ayrım kayrım olmazdı. Güz gelince gene hep birlikte geri dönerdik. Bir gün yayladan geliyordum. Sizin köyün önünden geçerken itler beni çevirdi. Kıpırdayamıyordum. Mustafa Çavuş nerde var nerde yok Hızır gibi yetişti. Evinde üç gün misafir etti. Dostluğumuz böyle başladı ama yıllarca devam etti. Mustafa Çavuş’un dostluğunu, adamlığını, misafirperverliğini unutamadım. Bu yükü mezara da götüreceğim. Ekmek tuz hakkı için söyle çocuklarına. Ne diyeyim evlat, sebebin ocağı batsın, cücüğü dökülsün desem bu yaşta yakışmıyor bana. Ne demişler?
Zulm ile abad olan
Kahr ile berbad olur”



YOZGAT HASRETİ ÜSTÜNE
ŞİİRİMSİ SÖYLEŞİLER
Dolaştım dünyayı gözümde tüter
Bilmem nasıldır hali Yozgat’ın
Gece düşümde gündüz hayalimde
Yoksul mu, yokuş mu yolu Yozgat’ın
 Ey şehidi çok şahidi az vadi
Mehmed’i kavgada deli Yozgat’ın
Ezanlar semada arşa ulaşır
Beş vakit duada dili Yozgat’ın
Aldlımı dersini dünden bugüne
Yoktur gÜnahı vebali Yozgat’ın
Kimi yar sevdasında kimisi kar
Acep var mıdır emsali Yozgat’ın
Dostuna dost ağyare ağır gelir
Düşeni kaldırır eli Yozgat’ın
Güzeller tesbihinde imamedir
Bütün kızları sürmeli Yozgat’ın
Aslıy’a Kerem, Ferhad’e Şirin’dir
Sevdaya teselli teli Yozgat’ın
Çamlık’tan aşar da  Sayar’ı sorar
Eser dertli dertli yeli Yozgat’ın
Gün gelir biz gideriz onlar yaşar
Hüzni; Ziya, Nida dili Yozgat’ın
                                    Prof.Dr.Nihat BOYDAŞ