"Bir kağıt üstünde yazılı olsa bile bir yalancının sözleri değersizdir.” 

Seyrettiğimin filmin daha başında karşıma çıkan bu cümle irkilmeme sebep oldu. Evet ben bir yazardım. Yazmak için kağıdı kalemi elime aldığımda aklıma yerleşen bir cümleden ibaretti doğrular, sayfayı doldurmak için de yalanlara ihtiyacım vardı. Doğrular sayfanın üstünde küçük bir yer tutuyordu. 

Yaşadığım farkındalık benim ne kadar büyük bir yalancı olmamla ilgiliydi. Doğru, her zaman net ve çok kısaydı, sayfalar dolusu doğruyu kim yazabilirdi ki. 

Bir cümle genellikle koskoca bir romanı izah edebilirdi. Aklıma yerleşen bir cümleden sonrası ise onu uzatabilmek için söyleyeceğim yalanlardan ibaretti. 

Ne kadar büyük bir yalancı olduğum yazdığım kitabın sayfaları ile eşdeğerdi. Şimdilik kısa hikayeler yazabiliyordum. İlerde roman yazabilmek için çok fırın ekmeğe ihtiyacım vardı bir o kadar da yalana.

Aklıma saatlerce konuşabilen hatipler geldi sonra. Onlar çok daha büyük yalancılardı. Ben müstakbel okuyucumu görmeden yalanlarımı sıralarken onlar bu işi yüz yüze yapabiliyorlardı.

Görmediğim kimselere yalanlar yazmak benim için çok kolaydı ama hatipler bunu yüzleri kızarmadan yapabiliyordu. Bunu başarmak için insanın utanma duygusunu terketmesi  gerekmeliydi ve ben buna hazır değildim. Yüzü kızaran bir hatip ancak acemi bir hatip olmalıydı. Benim gibi yalancıların ise yüz kızarması için bir engeli henüz yoktu.

Toplumun  okumaya ve dinlemeye bu derece meraklı olması ve sonra okuyup dinlediklerini birbirlerine anlatması onların da birer ucuz yalancı olmasından ileri geliyordu. 

Toplum hayatında da doğru çok küçük bir yer tutuyordu. İsim ve adresler haricinde herşey yalanlarla örülmüştü.

Bir başka yalancı yazarın dediği gibi “gerçeği bilmek değil kandırılmak” istiyorlardı. Doğru olanın ne gibi bir heyacanı ve sürükleyiciliği olabilirdi ki. Yalan insanı her yere taşıyabilirdi.

Memurken amir, esnafken ekabir ve köylüyken şehirli yapabilirdi. Yalanın en büyük sahnesi olan “siyaset” onlara bir kere yer verdiğinde devam etmek için daha büyük yalanlara yelken açarlardı.

Sanat yalanın bir başka büyük sahnesiydi. Olmadığı ve olamayacağı bir şeyi en güzel canlandıran en büyük sanatçı değil miydi? 

Kokusunu gizlemek için en iyi parfümlere sığınmış bir kadın en güzel kadın olurken, eğri bedeninin üstüne en güzel kıyafetleri giyen de en yakışıklı erkek sayılıyordu. 

Aldatmak gibi bir sihirli sözcük vardı ve bu hüneri en iyi temsil edenler toplumun en mahir kişileriydi. Toplumun geri kalanın ömrü ise hem bu mahir topluluğu ekrandan seyretmek hem de onlara özenmekle geçip gidiyordu.

Her insan yalanlarını öncelikle kendi üstünde deniyordu. Bedenine en çok uyan yalanla sokağa çıkıyordu evinden ve inandırıcılığından emin olduğu yalanını söyleyerek günü geçiriyordu. Gittiği her yerde karşılaştığı yeni yalanlarla kendininkini mukayese ediyor ve sonraki günlerin hazırlığını ona göre yapıyordu. Çünkü en itibarlı yalanı söylemek toplum içinde en muteber kişiye dönüşmenin anahtarıydı. Yanlış anahtarla kapıları zorlamak ancak ahmakların işiydi ve kimse ahmak muamelesi görmek istemiyordu. Kazara kapıların mandalını aralayabilmiş bazı insanlar çıkabiliyordu ama aralık kapıdan bakmaktan öteye gidemeyen bu güruh doğru ve yalanlar arasında sürüklenip gidiyorlardı.

Bu konu üstünde uzun uzun yazıp saatlerce sizi oyalayabilirim ama günlük yalan kotamın bittiğini hissediyorum.  Başka bir gün yepyeni yalanlarla devam edebiliriz belki. 

Şimdilik yalan bitti…