Uzun yıllar önceydi, kimse bilmiyordu daha onları, yeni yeni öğreniyorlardı sevmeyi…
Zeynep’in uzun siyah saçları, kömür karası gözleri vardı… Ahmet, kara yağız bir efe, yedi mahallenin delikanlısıydı… Sararan yapraklarla açardı onlar, her eylül yeni bir nisanı doğururdu ve her temmuz, yeniden solardı onlar… 
Bir bakış, bir duruş anlatırdı Ahmet’i, Zeynep’in gözlerine yedi gece uyku girmezdi…
Görmese bir gün Zeynep’ini Ahmet, bin ölüm sayardı çektiği her nefesi… 
Ahmet yirmisinde bir delikanlı, Zeynep onsekizinde bir ceylandı… Askere gidecekti Ahmet, tez bitirip Zeynep’ine dönecekti… Bir akşam kınalar yakıldı ellerine, davullar zurnalar çaldı her yerde, eller üstünde yollandı Ahmet askere, ve son anda, güç bela bir not tutuşturdu Zeynep’in sımsıcak, sulardan berrak ellerine;
“Aramıza uzun yollar girmiş, üzülme, kalbim yollardan yüce, bir yıl değil, bin yıl değil, her gece, gözlerimi yumar yummaz sendeyim…”
Zeynep, Ahmet giderken üzülmüyordu, nasılsa, vatan borcu biter bitmez dönecekti Ahmet ve yedigün yedi gece düğün olacaktı, sonra boy boy çocuklar büyüteceklerdi, seven çocuklar, memleket aşıklısı çocuklar, sadece birkaç damla yaş düştü gözlerinden Zeynep’in…
Postacının yolu gözleniyordu artık, mektup gelmişse o gün, mutluydular… Daha bir kolay geçiyordu zaman ve daha bir umut doluydu insan… Artık herkes biliyordu onların sevgisini ve dağlardan yüce hasretlerini… Sımsıcak Ahmet kokardı her satır  ve her satır Zeynep olur dağlardı yüreği… Asker ocağında bir başka tüterdi sevda ve Tunceli’nin sarp yamaçlarında kelle alırken, pusulara düşerken onbaşı Ahmet, barış dolu mutlu günlerin hayaliyle, sevdiğine döneceği günü sayardı… 
Bir sabah kumrular ötmez oldu, sular karardı, serçeler cıvıldamaz, bir sabah güneş doğmaz oldu… Malum oldu sılada Zeynep’e, kahpenin kurşunu, kalbinde koskoca bir yangınla uyandı sabah ezanı, dua etti sonra uzun uzun Allah’a; “Yarabbi Ahmet’imi ve bütün vatan evlatlarını, yollarını bekleyen al kınalı analarını,  ben gibi binlerce sevdalıyı, nice ana kuzusu canları, sen koru Yarabbi… Sen esirge bu fidanları… Onların yokluğunu bizlere gösterme Yarabbi…” 
Hainin pususu, Tunceli’nin sarp dağlarında yakalamıştı Ahmet’i ve onbir silah arkadaşını… Bir sabah ezanı oracıkta şehit düşmüşler, al kanlar içinde kalmışlardı, onbir vatan evladı… 
Kimsesi yoktu Zeynep’inden başka Ahmet’in, anası o doğarken, babası yedi yaşındayken ölmüştü… Çocuk yuvalarında geçen onsekiz yıllık bir yaşamın ve kayıp onsekiz yıllık bir hayatın ardına, bir odalı ev tutmuş ve Zeynep’ini ancak bulmuştu... Garipti biraz işte, her anasız babasız çocuk kadar… 
Ve günün ilk ışıklarıyla, bir telefon geldi Zeynep’e, “Ben Teğmen Kenan, Tunceli Dağ Komando alayından, Onbaşı Ahmet Şafak ve on arkadaşının komutanı… Bacım, müsterih olunuz, evlatlarımız vatan uğruna, ecdadımızın kanı, canı ve siz dünyanın en güzel varlıkları adına, bu sabah dörtbuçuk sularında Tunceli Pülümür’de, kahpe bir pusu sonucu  şehit düştüler, vatan sağolsun… Bacım, Ahmet’in bir mektubu vardı bağrında, sana yazmış;” “Ve bir gün şehit düşersem sevdalım, sakın üzülme!.. Güçlü ol, ben ve bütün silah arkadaşlarım, bu vatan için, sizler için burada çarpıştık… Biliyorsun Zeynep’im anam da yok, babamda, sen benim hem anam, hem babam oldun… Burada geceler uzun ve soğuk geçiyor, ne zaman bir sigara yaksam, dumanında sen varsın ve ne zaman resmine baksam, bir mahzunluk var o bakışta, emin ol ki, her nefeste sen varsın şu namussuz dağlarda… Arkamdan sakın ağıtlar yakma Zeynep’im, karalar bağlama, ümidini yarınlara bırakma,şehit oldum diye sakın ağlama Zeynep’im… Hatırla ki, kına yaktın avuçlarıma ve ben bu vatana ve ben ve benim gibi nice ana kuzusu, vatana kurban olmak için geldi buralara. Nazlı yarim; sana sözümü tutamadığım için beni bağışla, hakkını helal et, vatan Sağolsun…” “Bacım orda mısınız?.. Ben Teğmen Kenan, sizin ve Yüce Türk Milletinin başı sağolsun…”
Murat İNCE
www.muratince.net
08 Haziran 2007