Gece susmasını bilseydi ben hiç konuşur muydum?
    Yaralarım azmasaydı, hatıralarım canlanmasaydı ve senin bir selamın gelseydi ben hiç çıldırır mıydım?
    Duvarlar üstüme üstüme geliyor, yazdığım her sözcük kalbimden hesap soruyor.
    Hiçbir savunma biçimi gecenin görkemli saltanatını mum kadar aydınlatamıyor.
    Ve ben siyaha koşuyorum ama siyah konuşmuyor…
    Unutulmuş bir sokağın gece lambası bile değilim. Sokak köpeklerinin ulumaları iliklerime geçiyor. Korkmak? Yok hayır!
Değil korkmak bu, bu sadece yangının siyaha geçmesi, siyahın yangına sönmesi.
İçinde hiçbir umut barındırmayan bir adamın, üzgün bestesi…
Sahibi olamadığım yıllarımın boynunda tasmalar ki tutsak eder sen gittikten sonrada beni. Bir adım dahi kıpırdayamam ve camlar kırılır faili kaçak, kalanı kör ışıklarda masum ben ama o işte masum ben şimdi parmaklıklar ardında.
    Haksızlık sonuna kadar ömrümü demliyor.
    Ömrüm ki sana mahkûm, sana tutsak, bir sana, bir iki sözüne muhtaç…
    Aşıklar düşüyor bu şehirde birer ikişer ve her akşam ve her sabah aşıklar ölüyor bu şehirde. Elimden bir şey gelmiyor.
    Tutunamıyorum ne kendime, ne kendimi geçen gölgeme yaslanamıyorum. Ölümler bir sabah, bir akşam beklemiyor bu şehirde…
    Umutlar sen gittiğinden beri küs kalmışlar öyle ki yalvarsan, yakarsan boş, öyle ki umutlar düş olmuşlar uyurgezer bedenime.
    Ve her defasında bir uçurumun kenarındayım, düşmekteyim her defasında.
    Tutarsınlara kurduğum beklemelerim, umutlarımı küs saymışlar…
    Dedim ya gece susmasını bilseydi ben hiç konuşur muydum?
                   Sakın   
Bazen terk etmekte bir, kalmakta…
    Yüz yüze yaşanan onca zamandan sonra dengenin katlanmak olduğunu anlamakta bir, her şeye rağmen kalmakta…
    Sözün bittiği yerde başlayan sancılar, gecenin rahmine düşen kanamalarla devam eder. Bir bulutsuzluk özlemidir gözlerini yumduğunda kurduğun ütopya. İronik çalkantılar bir bardak suyu okyanus yapar ve sen içinde damlanın zerresi bile değilsindir…
Kabuğu soyulmamış, özü sıkılmamış ama hep posası kalmış “şey” neyse sen osundur…
    “Örselenmek dedikleri bu olsa gerek” dediğin ne varsa, yaşadığın zamana kafa tutar tutmasına ama öteki hayatların bezirgan başlarıyla uğraşmak bir saatin sarkacını durdurmaya çalışmak kadar komiktir. Çünkü zaman durmaz… Sen ne kadar tutarsan tut, geçip giden anlara sadece iç geçirmek kalır sana… Sonrası yıkımlar, kıyımlar, feryat figanlar…
    Öğreneceğin çok şey var hayattan… Maviye düşen kızıl yangınlar, siyah ve mavi bir hüznü ağlatır sana.
    Duman duman toprağa düşen gözyaşların sonbaharın müjdecisidirler. Aldanma sakın! Bahar yarın gelir diye…
    Gökte uçan kırlangıçlar yazı getiriyor sanma, onlar göçebe hayatlarını sırtlarına vurmuş, senin göğünden hızla kaçan ömrünün en kıymetli anlarıdır. Ve bu ömür bitmekle yükümlüdür senin kısa hayatında…
    Ne “o” yine gözlerin mi doldu? Sende haklısın koca adam, bir zamanlar doğduğun bu zamana küsmekle sende haklısın. “Bu kadar çabuk mu bitecekti?”
    Demekle sende haklısın. Evet, bu kadar çabuk bitecek. Bir saatin sarkacı zamanındaki gel git kadar çabuk, yani göz açıp kapanıncaya kadar…
    İşte böyle koca adam, sakallarından yaş süzülmesin, seni bırakıp gidenlere sakın üzülmeyesin, az kaldı çünkü sende “o” yerdesin. Bırakıldığını, unutulduğunu sandığın yerde…
    Şimdi sil gözyaşlarını ve gir koluna Azrail'in, “git gidebildiğin yere” diyeceğim ama onun götürdüğü yere gerçeğini yine engelleyemeyeceğim…
    Üzülme, üzünç dediğin ne varsa yaşadın sen aslında ve şimdi dilerim sevinç platosuna yürüyorsundur, oraya götürülüyorsundur…
    Ben mi? İnan bilmiyorum gittiğin yeri, gideceğim yeri…
    Başında bulut var mı? Yok mu? Göğün mavi mi? Siyah mı? İnan bilmiyorum…
    Korkma sakın! Mavi, kızıl ne varsa siyahtan yana olsa da, sonunda mutlaktır ak güvercinlerin takla attıkları zamanın gelmesi…Korkma yaşadığın rüya değil gerçeğin ta kendisidir....