Hepimiz bir bakıma belirli bir nesnenin, bir olgunun, var olan bir duygunun, düşüncenin, belki de aklımızın ve dahi bir başkasına ait bir aklın esiri ve tutsağı değil miyiz?
İnsanın kendi fikrinin, düşünce dünyasının esiri olması, kendi kabuğuna çekilmesi, bir başka sulara
kulaç açmak istemeyen yüzücüyü anımsatır.
Sadece kendi düşüncesi, fikri, aklı nereye götürürse oraya doğru, o istikamette gitmesi bir bakıma kendinden başka bir kalıba girmemeyi kabul etmemek daha sert bir ifadeyle kendi bağnazlığı değil midir?
İnsanın bir başkasının düşüncesine, fikrine, zekasına tahammül etmemesi bunu bir adım öteye taşıyıp başka fikir ve düşünceyi kabul etmemesi adeta sadece kendi düşüncesi varmış, bir başka düşünce yokmuş gibi hareket etmesi, biraz daha ileri gidip bu konuda ayak diremesi, kendi karanlığında boğulmak ve kendi karanlık dünyasında yol bulmaya çalışmak değil midir?
İnsanın sadece kendi düşüncesini kabul etmesi bir başka fikre zihnini aklının kapı ve penceresini kapaması kendi kendinin tutsaklığı değil midir?
Fikir tutsaklığı…
Akıl tutsaklığı…
Düşünce tutsaklığı…
Bir başka açıdan bakıldığında bencilliğinin tutsaklığı…
Bir başka açıdan bakıldığında kendi düşüncesini, kendi fikrini, kendi aklını bir kenara bırakıp bir başkasının aklı, fikri doğrultusunda kendine bir istikamet çizen bir insan bir başkasının akıl ve fikir tutsağı olmaz mı?
Tutsaklık sadece fiziksel olarak esir düşmek değildir. Bildiğimiz tutsaklık, bir savaş veya bir harp sonrasında karşı tarafın enine esir olarak düşüp tutsak edilmek olarak algılanır.
Bu bizim bildiğimiz bir tutsaklığın ilk akla gelen anlamıdır. Fiziksel bir tutsaklıktır.
Ya bir kalp tutsaklığı, fikir tutsaklığı, akıl tutsaklığı, sevgi ve gönül tutsaklığını nasıl izah edeceğiz.
Ve sen sevgili, kalbimde kendimi sana tutsak etmemden ne zaman vazgeçeceksin?
Ve ne zaman esir ettiğin kalp dehlizinden kapılarını aralayıp beni hürriyetime kavuşturacaksın?
Bir bahar sabahında, mavi göğün alacası düşerken toprağa veya bir eylül sonrası sararan yapraklar düşerken kahverengi kaldırım taşlarına, bir şubat ayazında kar taneleri ıslatırken pencere kenarlarını…
Sahi sevgili hangi mevsimde bitecek benim sana olan bendeki tutsaklığım?
Ne zaman son vereceksin bu tutsaklığa?
Körü körüne bağlandığım sevgi zincirlerini ne zaman dilimi aralığında çözeceksin?
Bilerek tutsak olmak var olduğu gibi bilmeden, hiç anlamadan tutsak olmak da var…
Körü körüne tutsak olmak var…
Kalp, gönül ve fikir nasıl sürüklüyor insanı tutsaklığı kapısına doğru…
Onları takip ederek gitmek var şimdi tutsaklığa.
Esaretin Bedeli’nde ben en çok ihtiyar kütüphaneci Brooks Hatlenyin’e hayran olmuştum.
Kabullenmişti. İçerisinde bulunduğu esareti benimsemişti. Bir adım öteye götürürsek hayat onu mecbur bıraktığı için o durumunu özümsemişti.
Elbette Anyd’nin tutsaklığı kabul etmemekteki mücadelesini taktir etmemek olmaz. Küçücük bir nesne ile koca bir kaya parçasını parçalamak gibi. Bir iğnenin deliğine koca bir dağı sığdırmak gibi.
Tutsaklığı kabul etmemek, onu yıkmaya, yıkıp geçmeye çalışması… İnsanın tabiatında var olan özgürlüğün ne kadar kıymetli olduğunun apaçık bir örneğidir.
Bir çoğumuz elli yılını içeride geçirmiş ihtiyar kütüphaneci Brooks gibiyizdir. Tutsaklığımızı kabullenmişizdir. Ona boyun eğmeyi, onu özümsemeyi ve bu tutsaklıktan başka gidilecek bir yer olmadığını özgürlüğün kanatlarımızı kıracağını düşünüyoruzdur.
Brooks’un, filmde bir otel odasında söyleyeceği son cümlesini de bir çakıyla söyleyip intihar etmesi aslında hayatına bir son verme değildi. Fiziksel olarak bir ölüm bir intihar gibi gözükse de bu eylemi tutsaklığına bir bağlılığın ifadesiydi. Tutsaklığına geri dönmek, o kütüphaneye esir olmanın kaçınılmaz bir sonuydu bir bakıma.
Kütüphaneci ihtiyar dışarı çıkıp özgürlüğe kavuştuğunda aslında özgürlüğün kendisi için bir başka tutsaklık olduğunun farkına varır. İçerideki tutsaklığı onun için bir özgürlüktür.
Dışarıdaki tutsak özgürlük onu tutsak edeceğinden hayata adapte olamayacağından tutsaklığı özgürlük olarak kabul etmiştir. Ne korkunç ne akıl almaz bir durumdur. Tutsaklığı kabullenmek, o tutsaklığın esiri olmak. Hayatının son anına kadar o tutsaklık duygusuyla yaşamak.
Hepimiz bir şekilde bir şeylerin tutsağı oluyoruz. O tutsaklıktan çıkamıyor ve kabulleniyoruz. Bunun adına da dönüp hayatın acı gerçeği diyoruz.
Tutsaklık aşkta da kendisini gösterir. Belki de aşkta apaçık bir ifadeyle tüm çıplaklığıyla belirir. Eğer aşık olursak, aşık olduğumuz insanın tutsağı olacağız.
Aşktaki tutsaklığın en vahimi ise, bu aşktan sıyrılıp bir başka aşka gitmek istersek, yani dışarı çıkar ve özgürleşirsek bir başka aşkta tutsak olacağız. Çünkü bir başkasına aşık olursa eski tutsaklığına alıştığı için gideceği yeni tutsaklığa alışamaz.
Gittiği kalpte, gönülde özgürleşemez, tutsaklığa alışamaz gibi hisseder kendini.
Ne çok seviyoruz tutsaklıkları…
Ne çok çabuk kabulleniyoruz tutsaklıklarımızı…
Kendimize tutsağızdır.
Kederlerimize tutsağızdır.
Hazlarımıza tutsağızdır.
Şehvetimize tutsağızdır.
Aşklarımıza tutsağızdır.
Sevgilinin bir tebessümüne, bir tel saçına, yanağındaki gamzeye, gerdanındaki küçük bir siyah bene tutsağızdır.
Ne çok tutsaklıklarımız var şu hayatta.
Belkilerin, amaların, fakatların, gitmelerin, gelmelerin, hoyratlığın, öfkelerin, nefretin, kinin, bencilliğin insani tüm duygularımızın tutsağıyızdır.
Yeri geldiğinde bu tutsaklık bazen kendi elimizdedir. Kendi isteğimizle, irademizle, baştan kabullenerek, hür irademizle tutsaklaşırız. Bile bile, göz göre göre varırız o tutsaklığın kapısına ve kapının tokmağına büyük bir zevkle dokunuruz.
Bunu biliriz.
Bitirmekte kendi elimizdedir. Bitirmemekte.
Bazen öyle tutsaklıklarımız olur ki biz ne kadar istesek de alsa kurtulamayız. Kurtulmanın yollarını, çarelerini ararız. Çırpınırız adeta. Fakat nafiledir. Yakamızı bir türlü bırakmaz. Tıpkı ihtiyar kütüphaneci gibi…
Bazen zor gelir insana bazı tutsaklıklar. Ararız, araştırırız, sorarız, yoldan geçen herhangi birisine, çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza bizi dinleyecek bir büyüğümüze, bir ırmağın kenarında oturan yaşlı bir bilgeye sorarız, kurtulmak isteriz. Kurtulmak istediğimiz bu tutsaklıklarımızın çareleri nelerdir diye çalmadığımız kapı kalmaz.
Bilinmez…
Belki kurtuluruz küçük bir işaretle…
Bir nefesle, bir gülümsemeyle, bir yan bakışla, bir sesle, bir nefesle, bir sözle…
Kurtulmak isteyip de çaresi olmayan tutsaklıklarımızla hep yaşarız son anımıza kadar. Boynumuza takılan bir vesikadır bu tutsaklıklarımız.
Öyle ki, bazen haz bile alırız bazı tutsaklıklarımızdan. Keyiflendirir bizi. İki sevgilinin birleşmesinde
aldıkları o hiçbir şeye benzemeyen bir tat, bir elmayı dişlemek, iyileşen yaralarımıza dokunmaktaki sevinç duygusudur.
Şimdi gitmeli sevgili. Bütün tutsaklıklardan uzağa…
Bir ırmak kenarında oturup çıplak ayaklarını suya değdiren, bilinmezlerden haberler veren bilgenin yanına oturmalı ve gözlerindeki sırları almalı kelime kelime…
Şimdi gitmeli sevgili…
Bir martının kanatlarına ev yapmalı, denizlerin uçsuz bucaksız kıyılarında gezinmeli ve simit atan masum çocuklara gülümsemeli…
Gitmeli sevgili, tüm tutsaklıkları bir kenara bırakıp bir sabah yeli ılıklığında varmalı sevdanın en sıcak koynuna…