BİR tren kalkıyor çocukluğumuza, atlayalım vagona! 
“Eski” kelimesi; hüzün, özlem, mutluluk, eğer bugünlere taşımayı beceremediysek, yitip giden her şeydir. Ne çok kullanır olduk eski sözcüğünü. Eskiden diye başlayan sohbetlerin, “Ah o günler, ah!”  diye devam etmesi, uzaklara dalıp giden gözlerde sonlanması. Çok yaşarız bu özlem dolu hâlleri…
Eskiden çocuktuk mesela. Küçük ve şirin ilçemizin kızıl toprağında yuvarlanırdık. Üstümüz başımız toz olurdu da kirlendik demezdik. Öylesine temizdi ki toprağımız, yüreğimiz öylesine temizdi ki… Tek kirimiz, kazağımızın koluna, üşüyen burnumuzu sildiğimiz sümüğümüzdü. Şimdi düşünüyorum da o bile çok temizmiş.
Eskiden misketlerimiz vardı. İşaret parmağımızın iç kısmına itina ile yerleştirdiğimiz ve yine aynı itinayla baş parmağımızla ittiğimiz misketimizin, başka misketleri vurmasının sevinç çığlığını atardık. Zafer kazanmış komutan gibi, üttüğümüz misketleri, gubara gubara cebimize toplardık. Ara sıra kavga ederdik rakibimizle. O kavganın masumluğunu görmek, yıllar sonrasına kaldı.
İp atlardık tüm çevikliğimizle. Zıplardık gün boyu, of bile demezdik. Anamız çağırıncaya kadar oynardık. Şikayet etmezdik kimseyi. Bilirdik ki, suçlu hep bizdik. Şikayet etsek de, edilsek de; annemiz üstüne basa basa: “Tamam komşu, kulağını çekerim.” der, hızlıca çekiştirirdi bizi. Hatta bazen kulağımızın çekilmesi annemize kalmaz, bu görevi komşumuz çoktan yapmış olurdu. Bir de “İyi etmişsin komşu.” diye teşekkür edilirdi.
Taş toplardık eskiden şekil şekil. Daireyi, üçgeni, uzunu, kısayı, azı, çoğu her bir şeyi görerek, dokunarak, yaşayarak öğrenirdik. Arının çok çalıştığını, polen toplayıp bal yaptığını, çiçeğin üstünde telaşlı daireler çizip dolaştığında anlardık. Kelebeğin kırılganlığını, narin narin uçuşundan bilirdik.
Öyle AVM’ler, marketler zincirimiz yoktu. Veresiye alışveriş yaptığımız idareci bakkal amcalarımız vardı. Kahvaltıya zeytini bakkaldan gramla alırdık. Çabuk bitmesin diye, bir zeytini iki kez ısırırdık. Herkes eşit yemeliydi. Biz; eşitlik kavramını, bütünü, yarımı, yaşayarak öğrendik. Bir elmanın yarısını kardeşimize verirdik. Paylaşmanın mutluluk veren ilaç olduğu, yarım elmanın güldürdüğü yüzümüzden anlaşılırdı. Gerekirse, çeyreğe bölmeye de razı olacak engin gönüllerimiz vardı.
Domates nasıl çiçek açar, fasulye sırığa aşkla nasıl dolanır, görerek öğrendik biz. Patates yeryüzüne boy verse de toprağın karnında büyür, bilirdik. Her çocuk, bilim adamıydı eskiden. Doğayı, hayvanı, insanı severdi her çocuk.
İneğin doğurduğunu, civcivin yumurtadan çıktığını gören çocuklardık. İneğin memesinden sütün nasıl sağıldığını izleyen, sağılırken çıkan sesi duyan çocuklardık.  İnek kışın doğurduysa, buzağısı üşümesin diye ya ahıra soba kurulurdu ya da buzağı eve getirilirdi. Yanan sobanın yanına çullar serilir, buzağı kendini toparlayana kadar ailenin bir üyesi olurdu. Acıktığında, kucakta ahıra taşınır, annesi tarafından emzirilir, yalandıktan sonra tekrar sobanın böğrüne getirilirdi. Böyle insancıl ve doğal bir ortamda büyüyen çocuğun, bencil ve hayvan düşmanı olması beklenir mi? Olmadık zaten hiçbirimiz.
Yumurtadan çıkınca, çobanı olacağımız civcivlerimizin çıkacağı günü, sabırsızlıkla beklerdik. Tavuk ile horozun farklı sesler çıkardığını kitaplardan öğrenmedik. Sabah sabah öten horozdan, yem döküldü mü gıdaklayarak gelen tavuğun kendisinden öğrendik.
Elimizde tahta çubuktan mikrofonla, belimize saçaklı eşarp bağlar, saçımızın yan tarafına gülümüzü takar, Maksim Gazinosu’nda sahne alırdık biz eskiden. Kırk yıllık sanatçı edasıyla, başlardık şarkımızı sokak ortasında, bağıra bağıra söylemeye…”Onda, bunda, şundadır; şunda, bunda, ondadır. Mavi boncuk kimdeyse, benim gönlüm ondadır.”
Bahçelerimizde, herhangi bir maksatla getirilmiş yığın halinde büyük taşlar bulunurdu. Ya da dağlarda kayalar. Üstlerinde ismini bilmediğim, öbek öbek tırtıklı yeşillikler oluşurdu. Ağzımızın dolusu tükürürdük bu yeşilliğe, küçük bir taş parçasıyla da yoğururduk. Kına rengindeki bu bulamacı, kına gibi avucumuzun ortasına sürer, kurumasını beklerdik. Ehh, kına kadar kırmızı olmasa da renk değiştirirdi avuç içimiz. Zaten önemli olan da bu değil miydi? İcat, deney, uygulama, sonuç… Biz, küçük mucitlerdik.
Kız-erkek karışık futbol takımı kurar, saha kabul ettiğimiz boş araziye karşılıklı iki taşla kaleler yapar, eski püskü, havası inmiş lastik topumuzla maç yapardık. Maç başlardı, biz koşardık… Kız çocuğu olarak, futbol terimlerini bu maçlara borçluydum. Basketbol ve voleybol filelerimizi, yorgan ipinden örerdik. Biz, yaratıcı çocuklardık.
Zamana on numara büyük gelen, küçük hayallerimiz vardı. Orhan Veli’nin şiirindeki İstanbul’u görüp, gözlerimiz kapalı İstanbul’u dinleyebilmek ve bir ünlüyle resim çekinmek gibi uzak hayaller…
Çoğu şey imkansız olsa da biz, mutlu çocuklardık.
Yolculuğumuz bitti. Tren öyle bir yerde durdu ki:
Biz, eskiyi bugünlere taşıyamayan yorgun yetişkinleriz.
Galiba biz, zamanın içinde kaybolan çocuklarız…