BÜTÜN ödevlerini yerine getirmiş tesbihini çekiyordu genç derviş Ferman. Gönlünü bir huzur kaplamıştı ve gözlerini kapatıp hülyaya dalmıştı. Cennet geçiyordu içinden. Bir yanda Kevser ırmağı diğer yanda emrine amade huri ve gılmanlar. Burnuna ıtırlı yemeklerin kokusu bile gelmişti. Silkindi kalktı birden. Yatsı ezanı okunuyordu. Abdestini tazeledi.
Genç derviş bu tekkeye geleli yıllar olmuştu. Yoksul ailesi yedi baş nüfusla başedemiyor, kimi gün bulgur, kimi gün bulamaç yetmiyordu. Kasabalının çoğu aynı haldeydi, bir kıtlık hüküm sürüyor, yaratan nimetini ve rahmetini kasabadan esirgiyordu. Yaratanın rahmeti için kasaba halkı durmadan dua ediyor lakin beklenen imdadın gelmesi şöyle dursun azap şiddetini günbegün artıyordu.
Bu berbat ahval içerisinde geçen günlerden bir gün bir öğlen vakti yedi adam geldi kasabaya, yedisi de güzel kıyafetli, yedisinin de yüzü pir u pak. Ahali başlarına toplandı hemen, imrenen gözlerle süzdüler yedi adamı. Bunlar uzak kasabaların beyleri olmalıydılar. Uzaklarda rahmetin ve bereketin olduğunu hep duymuştular. Kimse cesaret edip konuşamazken kasabanın delisi Sağır Feryat "hoşgeldiniz" dedi. Eğer demeseydi bu hayret, bu merak ve bu sessizlik bitmeyecekti. Misafirler ellerini sol göğüslerine koyup "hoşbulduk" dediler hep birden. Yüzlerinde ayın ışığı gibi bir gülümseme peydah oldu. Sessizlik yeniden başladığında Sağır Feryat yine konuştu:
-Nereden gelir nereye gidersiniz?
Konuklar uzak bir kasabada bulunan Hale Tekkesinden geldiklerini beyan edip, biraz su istediler. Zaten ahalinin sudan başka neyi vardı ki! Suyun ikramından sonra hal hatır soruldu, merak edilen ise kasabaya neden geldikleri idi. Yedi kişinin en yaşlısı Molla Mümtaz merakları gideren o konuşmasını işte bu meydanda yaptı. Buyurdu ki
-Ey ahali!
Bizler biliriz ki sizin haliniz berbattır. Ciğerimiz her akşam sizler için köz olur. İmdadınıza çareler ararız lakin hepiniz için çözüm yoktur. Ancak evlatlarınızın bir kısmını bu ahvalden kurtarmaya imkanımız mevcuttur. Bilesiniz ki bugün kurtardığımız o evlatlar yarın sizin kurtuluşunuza vesile olacaktır. Müsaade edin bir imtihan ile seçelim bazılarını. Her evden namzetleri getirin bu meydana.
Konuşma bittiğinde herkes evine koştu, kimi tarladan getirdi çocuğunu kimi misket oynarken tuttu kolundan. Sualler soruldu cevaplar alındı, kararlar verildi ve kasabadan yetmiş iki delikanlıyı yanlarına alıp, ardından sular dökülerek çıktı gitti yedi kişi. Bir kaç gün yürüdükten sonra vardılar Hale Tekkesine, ümitlerin çaput gibi bağlandığı kurtuluşun evine. Tekkeye vardıklarında vakit akşama dönmüş ve sofra kurulmuştu. Yetmiş iki çocuk sofraya oturdular, geride bıraktıkları kasabanın bir yıllık aşını bir sofrada tükettiler. Açlığın nöbetinden kurtulmuş neferler temiz şiltelerde uykuya daldılar. Kuş tüyü yastıkların rahatlığı rüyalarına sirayet etti. Cennet bağında seriliydi sanki o yatak, cennet bağında Kevser ırmağının yanıbaşında. Molla Mümtaz için dualar ettiler. Necatlatına vesile o üstün kişi olmuştu.
Sonraki sabah namazı ile başladılar güne, dersler yapıldı, feyzler alındı. Tekkenin manevi havası solundukça cennet tahayyül edildi. Bunca musibetten sonra burası cennet değil de neresi cennet idi. Günler bu minvalde geçip gitmiş, ayları kovalar olmuştu. Bir sabah molla Mümtaz onlara bir haber müjdelemişti. Çocukların gözünde Molla Mümtaz büyük bir adamdı, Tekkenin sahibi olarak görmüşlerdi. Bugün ise aldıkları haber molladan daha büyük birinin varlığı idi. Molla Mümtaz'dan daha büyük olan herkesin hamisi Şeyh Lütfullah bugün vaktini çocuklara ayırıp onlarla tanışmak istiyordu. Tekkede uzun yıllar kalmış ve şeyhi tanımamış o kadar münzevi varken henüz bir ay olmuşken şeyhin onlara bu fırsatı vermesi rahmet-i Ali'den başka ne olabilirdi. Ezberlerini tazelediler, elbiselerini temizlediler ve yetmiş iki tesbih tanesi gibi başlarında Molla Mümtaz olmak üzere meydana sıralandılar.
Büyük an gelmiş çatmış, şeyhin gölgesi meydana düşmüştü. Kendisi de birazdan gelecekti. Sessizliğin ortasında bir ayak sesiydi şeyh, bir tesbih şakırtısı. Molla Mümtaz iki büklüm oldu, şeyhi doğrulmasını emretmese  kıyamete kadar orada öylece duracağına herkes yemin edebilirdi. Omzuna dokunan el ile doğruldu ve elini göbeğinde bağladı. Kıyama durdu onunla beraber yetmiş iki çocuk, başlar öne eğildi. Şeyh kime dokunduysa ancak o başını kaldırıp şeyhin suretine vakıf oldu. O gün on üç omuza el dokundu. On üç çocuk mertebe atladı, el öptü. Bunlardan birisi de Derviş Ferman'dı.
On üç çocuktan gayrısı medreseye döndüler, onların nasibi bir başka seferde olmalıydı. Kemalat nasip işiydi. Yaratan nasipleri seher vaktinde dağıtırken seçilemeyenler uykuda olmalıydı. Meydanda kalanlar ve molla Mümtaz kıyama devam ediyorlardı, kıraat ise şeyhin vazifesiydi, huzurda belagat etmek kimin haddine. Derviş Fermandan rivayetle  Şöyle buyurdu Şeyh Lütfullah:
-Bugün huzurumda dizilmiş, kıyamda bekleyen evlatlarım, biliniz ki sizleri seçen ben değil alemlerin rabbidir. Onun istediği omuza uzanan şu elimin idaresi emin olun ki bende değildir. Sözüm de onun kudretinin bir neticesidir. Biliniz ki ben sizden birşey istersem murad onun muradıdır,ben sadece bir aracıyım. Bir gün siz seçilmişler de benim gibi posta oturup başkalarını seçeceksiniz. Biliniz ki bu hakikattir ve biliniz ki ben hakikatin dışına çıkarsam bu Tekkenin ocağında yanan ak odunlardan o gün kara duman çıkacaktır.
Nutkun çocuklar üzerindeki tesirini müşahede etmek için yüzlerine tek tek bakarken, öğle güneşinin de vasıtasıyla yüzü parlıyordu. Gözünden yaş geldi bir kaç damla, toprağa düştü. Sadece toprağa değil o iki damla on üçe bölünüp on üç minik yüreğe yerleşti. Şeyh Lütfullah toparlanıp gittiğinde Hale Tekkesinde on üç fidan filizlendi. Bütün bunlar Fermandan rivayet olmuştur.
Ferman o günden sonra çok çalıştı, gece gündüz demedi, yeri geldi hiç uyumadı. Şimdi yedi yıl olmuştu tekkeye geleli ve Ferman yetmiş kat büyümüştü. İbadetine yer açmak için hayatından çok şeyi silmiş, yemeği günde bir lokmaya indirmişti. Geçen yedi yılda yeni çocuklar gelmiş, tekke dolup taşmıştı. Ferman yoksul çocukluk günlerindeki gibi bedenen fakirleşmiş ruhen zengin olmuştu. Bir kısım çocuğun idaresi kendisine verilmiş onların eğitiminden mesul tutulmuştu. Şeyh Lütfullah kudret kelamından neyi aktardıysa harfiyen uydular. Yaratanın kudreti hürmetine sevgide ve saygıda kusur etmediler. Derviş Ferman her günün akşamı ocaklar yandığında bir gözünü bacaya diker ve çıkan beyaz dumana bakıp şükrederdi. Yedi yıl olmuş ve  bir kerecik bile siyah duman çıkmamıştı. Tekkenin odunu doğudan gelen ak meşelerden temin ediliyordu. Molla Mümtaz bizzat odun alışverişini yapar eğri odunu bile tekkeye koymazdı.
Yedinci yılın kışı gelmişti. Bütün yaz tarlada, bahçede çalışılmış kışlık erzak temin edilmişti. Tekkeye hediye edilen davarlar ikiz kuzulamış, tavuklar günde iki yumurta vermişti. Arılar bal yaparken inekler kova kova süt sağdırmıştı. Bereketli geçen yazın ardından gelen kış günlerinde sıcak odalarda geçecek derin sohbetler yaklaşmıştı. Herşey hazırdı kışa, sadece yakacak odunun temini kalmıştı geriye o da Molla Mümtaz'ın vazifesiydi. O gece yatsı namazından sonra Derviş Ferman'ın yanına geldi ve yarınki odun işine beraber gideceklerini buyurdu. Oduna Molla Mümtaz ile gitmek büyük nimetti, molla olma sırasının kendisine geldiğini anladı Ferman. O gece sabaha kadar şükür namazları kıldı, hamd-ü senalarda bulundu. Ertesi gün büyük gündü, yedi yıl önce omzuna değen kudretin eli anlaşılan yine onu göstermişti. Cennetin kokusu geldi burnuna.
Şeyh Lütfullah o akşam Molla Mümtaz'ı makamına çağırtmıştı. Kendisi tekkede oturmaz, tekkenin batısında bulunan göl kenarında bir kasabada ikamet ederdi. Çağırıldığını bildiren ulağın peşine takılan Mümtaz, ulağın getirdiği at arabası ile göl kenarına vardığında akşam namazı yeni bitmişti. Heyecan içinde girdi şeyhin odasına, şeyhin gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Belli ki kudretin bir emrini almış ve emri iletecekti Mümtaz 'a. Gözlerinin yaşını sildikten sonra başını eğerek Mümtaz' a döndü:
-Hoşgeldin Mümtaz kardeşim. Aceleyle seni çağırtmak zorunda kaldım. Bildiğin gibi tekkenin odunu almak senin vazifendir. Yıllardır doğulu odunculardan  odunları temin edip layıkıyla yakarsın. Lakin doğulu oduncuların malının bir bedeli vardır, bedelini almadan bir kütük bile vermezler. Bugün batıdan bir oduncu ziyaretime geldi. Bize bedelsiz odun teklif etti. Hizmet ettiğimiz yüce gayeden etkilendiğini ve her yıl odunumuzu tastamam temin edeceğine söz verdi. Ben elbette buna karar veremem, ondan süre talep ettim ve durumu yaratana bizzat ilettim. Bir işaret ile kararını bildirsin istedim. Az önce akşam namazında iken o işaret geldi, batılı oduncuya işaret etti. Bana gelen işaretin ağırlığından göz pınarlarımı tutamadım. Bak mendilim sırılsıklam oldu.
Kendisine uzatılan nendilini yüzüne süren Mümtaz da gözyaşını tutamadı. Konuşmanın devamında Mümtaz'a  eşlik etmesi için Ferman'ın nasiplendiğini de bildiren Şeyh Lütfullah dua etmek için çilehanesine çekilirken Mümtaz at arabasına binmiş ve tekkenin yolunu tutmuştu.
Ertesi sabah erkenden batıdaki kasabaya doğru sürdüler at arabalarını ve oradan yükledikleri odunları dualar eşliğinde tekkeye getirdiler. Tekkenin kömürlüğüne el birliği ile odunları yerleştiren talebeler akşam vaktinde yanan ocakların başlarında yerlerini aldılar. Her grup kendi amirinin eşliğinde sohbetini ederken, odun getirme işinde bir hayli yorulan Ferman  uzandığı sedirde uyuyakalmıştı. Rüyasında kendini yine Kevser ırmağının kenarında bulmuştu. Irmak bugün coşkun akıyordu, önceki günlerde gördüğü o sakin akan ırmağa hiç benzemiyordu. Huriler ve gılmanlar üzgün bakıyorlardı.  Ferman vaziyeti merak etmiş, etrafta habis bir şahıs mı var diye bakınırken birden ırmak yükseldi ve Fermanı da içine alıp  bir karanlık kuyuya döküldü. Kuyunun dibinden gelen sıcaklık ayaklarını yakıyordu. Birden uyandı Ferman,ter içinde kalmıştı. Çabucak pencereye koştu Ferman, her gün baktığı bacaya dikti gözlerini:
"Eyvah" dedi derviş Ferman, "Tekke bacasından kara duman çıkıyor".