-Evet, evet!...diyerek öğretmenin teklifini kabul etti.
Öğretmenle Hamdi birlikte buluşup öğretmenin arabasıyla önce bir şehir turu attılar, daha sonra piknikte yiyecek için et, ekmek, mangal kömürü ve meşrubat aldılar.
Hamdi çok mutluydu. Arabanın içinde sanki bir kelebek gibi uçuyordu. Bu onun için çok önemliydi.
-Beni de görüp, beni de adam!... yerine koyanlar var. Sana şükürler olsun Allah’ım... diye sessizce dualar etti.
Birlikte şehri çıktılar. Hamdi bir anda elini kaldırarak yüksek sesle;
-Şu ilerdeki ağaçların gölgesine konaklayalım. Biraz ilerde de bir pınar görünüyor. Pınarların buz gibi suyunu içmeyi çok özledim,  dedi.
Birlikte mangallarını yaktılar. Közlenen etleri ekmek arası yaparak karınlarını doyurdular.
Aç kalan ruhlarını da Allah kelamı ve ibadetle süsleyerek, sohbet dünyasında gezintiler yaparak doyurmaya çalıştılar.
Öğretmen, Hamdi’ye seslenerek;
-Seni etkileyen bir hadise oldu mu? Anlatırsan çok sevinirim. Neden bunu soruyorum dersen, siz engelli!...İnsanlar çok duyarlı ve incelikleri kaçırmayan, bunları anında beyninize kaydedip, daha sonra gönül harmanında işleyen insanlarsınız...dedi.
Hamdi, cebinden bir sigara çıkartarak mangaldaki kömür ateşiyle yaktı ve bir nefes, iki nefes çekti.
-Öğlen saatleriydi...diyerek söze başladı ve devam etti:
-Sağ tarafı felçli, baston değneğine çökerek yaklaşık ellibeş veyahut altmış yaşlarında yaşlı ve yorgun bir adam geldi.
Hanımla ben yeni açtığımız bakkalda çay içiyorduk. Normal bir müşteri gibi, ‘Buyurun’ diyerek gülücükler attık. Yürümekte ve konuşmakta çok zorlanıyordu.
‘Sıradan  bir  dilenci  herhalde...’ diyerek hanımla birlikte küçük bir paket gıda maddesi hazırladık, biraz da para vermek istedik. Cümle kuramadığı dille çok zor da olsa;
-Ben dilenci değilim. Karnım aç... diyerek zorlukla konuşabildi.
Vermek istediğimiz hediyeleri geri çevirdi. Biz de onu üzmemek için fazla ısrar etmedik.
‘Bu gelen Rabbimizin bize gönderdiği özel bir misafiridir’ diyerek, oturması için bir sandalye ayarladık. Hanım da sağ olsun bir tepsiye Allah ne vermişse yemek hazırlayıp getirdi.
Misafirimiz yemeğini yedi. Son lokmalarını yavaşlatarak yiyordu. Yemek kaşığı hızını azaltmış, yavaş yavaş gidip geliyordu. Bana gözlerini çevirdi:
-Sen neden hep oturuyorsun? diye bölük pörçük cümlelerle konuştu.
Ben tezgahın arkasında oturduğum için alt tarafımı göremiyordu.  Onu daha fazla endişelendirmeden duymak istediklerini ve merak ettiklerini birer birer anlattım.
Benim bir kaza sonuncunda felçli durumda olduğumu öğrenince yemek yediği kaşık elinden düştü.
Sağlam eliyle cebinden küçük bir Kur’an-ı Kerim çıkardı ve tek parmağıyla ayetleri satır satır takip ederek okudu. Ağladı... okudu, ağladı bizleri de ağlatarak dualarıyla son noktayı koydu.
İki kız, iki oğlu varmış. Hanımı öldükten sonra büyük oğlundan küçük kızına sürgün gitmiş.
Bu sürgün gezileri onu sonunda sokağa atmış.
Yatacak yer bulursa yatıyor, yemek bulursa aç karnını doyuruyormuş.
Hamdi, dağları tepeleri seyretmeyi bırakarak buğulanan gözleriyle öğretmene baktı
-Öğretmen bey, “Dünyada ne ucuz?” demişler de, “Kul, kula ucuz” diye cevap verilmiş.
Bir baba evlatlarına kötü olamaz da, var sayalım o kötü bir baba. Sonuncunda sokağa mı atılmalı?
Öğretmen bey, düşünebiliyorsan, duygularını hareketlendirebiliyorsan bana cevap ver, dedi.
Öğretmen, üvey babasını düşündü.
Öz babasını hatırladı. Gözlerinden süzülen yaşlarla bir şeyler anlatmaya çalıştı ama sanki dilinin tetiği bozulmuştu. Yutkundu, yutkundu konuşamadı. İniltiler arasında;
-Ah babam!... diyerek hıçkırık yelleri estirdi.
Öğretmenle Hamdi gittikleri o piknik alanında güzellikler yanında duygu dolu selleri hafifletip;
-Akşam oldu, diyerek kısa zamanda toparlandılar.
Eve gitmeleri için arabaya binip yola çıktılar. Birbirleriyle vedalaşarak bu sohbet ve piknik için teşekkür yelleri estirerek, gökyüzüne dua güvercinleri…uçurdular.
Selam ve dualarımla...