HER zaman olduğu gibi, şimdilerde yarıyıl tatili dedikleri kış tatilinde rahmetli babam yanına çırak olarak almıştı beni, Salı Pazarı için geldik Yozgat’a. Geceyi, babamla birlikte avlu içerisinde, ahşap yapılı, satışı yapılmak üzere getirilen koyunları, eşeklerin, büyükbaş hayvanların bulunduğu adına otel dedikleri, hanın bir odasında geçirdik. Unpazarı Meydanına bakan çatal kapısından içeriye girdiğimizde, bizi karşılayan hayvan dışkılarının kokularına aldırış etmeden ilerlerken, ahşap, kerpiç yapılı binayı keşfemye çalışıyordum, çocuk aklımla. Biraz ilerledik. Babamın uyarısıyla, üzerine basmak üzere olduğum hayvan pisliğinden kaçmak isterken, diğerinin tam ortasına oturuverdi, lastik cizmeli ayağım. Sıçrayan pislik benden çok babamın pantolonuna bulaşmıştı. Girişin tam karşısında üzeri işlemeli, kurnalı çeşmeye yanaşıp, babam önce kendi pantolonunu temizledi, ardından da çizmelerimi çıkartıp, yıkadı. Temizlendik. Bizi karşılayan otel/han sahibi babamla görüştükten sonra, ahşap merdivenlerden üst kata çıkıp, odamıza yerleştik. Odanın küçük penceresinden sızan ay ışığı odayı aydınlatırken, duvarda asılı, lambası, her ne kadar silinip, temizlenmiş olsa da isten neredeyse görünmez hale gelen gaz lambası da aydınlatmaya destek veriyordu. Duvarda gölgelerimiz o kadar net görüyordum ki; kendimi sinema salonunda gibi hissettim...  

Sabah erken kalkıp, Çapanoğlu Büyük Cami’nin karşısında, babamın her daim tezgah açtığı taş binanın önüne geldik. Köşe başında nalbant, hemen yanında berber, yan yana dizilmiş, birisinde parmak çörek, diğerinde pide, üçüncüsünde ise somun ekmek yapılan fırınlar vardı. Üst kısmı sarı taştan,  otel olarak kullanılıyordu. Babam tezgahını açarken yardım etmeye çalışıyordum. Bu arada, soğuk havadan üşüyen ellerimi, yüzümü birbirine sürterek ısınmaya çalışıyordum. Fırından aldığı iki parmak çörek ile yanında beliren, hafif kilolu, kır saçları dağılmış, kirli sakallı, önünde yıpranmış, bir o kadar da kirli deri önlüğü bulunan birisi yaklaşıp, ‘Üşümüşsün, gel benimle biraz ısın!’ dediğinde, şaşkın bakışlarım, bize yönelen babamın gözleriyle çakıştı. Babam bir şey söylemeden ‘İhsan ağa çocuk üşümüş, bir şeyler aldım, hem yesin hem de ısınsın bizim orada, işin bitince sen de gel’ dedi. Babamın yüzümde bir tebessüm oluştu, ‘hadi siz gidin, ben de geliyorum’ karşılığını verirken, ‘ustanı üzme!’ diye de tembihlemeyi ihmal etmedi. Kafamı sallayarak cevap verebildim.


Usta elindeki sıcak parmak çöreklerden birisini, 'ekmek sıcak, hem de ısınırsın' diyerek, uzattı. Aldım, üşüyen ellerim sıcaklığı hissedince, ekmeği göğsüme bastım. Vücudumda da sıcaklığı hissettim. Birlikte taş binanın yanından geçip, arka tarafına dolandık. Oval çatal kapının kanadını açtı. Loş bir salona girdik. Küçük camlardan sızan gün ışıkları, idare lambasının ışığı ile içeriye aydınlatıyordu. Daha sonra 'lüküs' denilen aydınlatmayı da yaktı. Ortalık biraz daha aydınlandı. Kenarda duran soba üzerindeki çaydanlık ve demliği aldı, daha önce küçük masa üzerine hazırlanmış bardaklara çay doldurdu. Çalışmakta olan diğer iki kişiye seslendi. Onlar da geldi. Birlikte çayımızı içip, parmak çöreğin dilimlerini birbirinden ayırıp, sonrada parçalara bölerek tahinli pekmeze banarak, karnımızı doyururken, babamda elinde bir ekmekle girdi içeri. Usta, hafifte doğrulur gibi yaptı, babam 'zahmet etme' diyerek, eliylede 'otur' işareti yaptı. Kendisine uzatılan bir tahta sandalyeye ilişti.
 

Masa üzerindeki boş bardağ çay dolduruldu. Babam da çayını yudumlayıp, ekmeği tahinli pekmeze bandırarak, karnını doyurdu. Babam, ‘hava soğuk sen burada ustanın yanında kal, sonra gelirsin’ diyerek, yüzünü ustaya çevirdi, ‘sıkıntı olmaz değil mi usta? Çalıştır, meslek öğrensin’ dedi, ustadan aldığı ‘ne demek kalsın, sıkıntı olmaz’ yanıtı aldıktan sonra geldiği gibi gitti. Ortasında bir tezgah, masaya benziyor. Tezgahın bir tarafından bobine sarılı beyaz bezin ucu tezgahın üzerinde duruyor. Tezgahın üzerinde yarı aksamı demir, yarı aksamı ahşap, masasının üzerinde bulunan aydınlatmayı andıran, yuvarlak bir mekanizma bulunuyor.

 Usta, bu mekanizmanın başına geçti, diğer bir çalışanın da yardımı ile çalışmaya başladı. Meraklı gözlerle takip ediyorum. Tezgahın üzerinde duran mekanizmayı iki eliyle tutup, tezgahın üzerinde duran bezin üzerine indiriyor, kaldırdığında beyaz bezin üzerinde desenler çıkıyordu. Baskı yapılan bölüm makasla diğer çalışan tarafından kesilip, iplere mandalla asılıyor, kuruması için diziliyordu. Etrafa bakınıp, ne yaptıklarını anlamaya çalışırken, duvarın kenarında taş üzerinde bez üzerinde gördüğüm desenlerle karşılaştım. Merakımı gidermeye çalışırken, açılan kapıda beliren babam ‘hadi gel’ diye çağırıp, ustaya teşekkür etti. Birlikte, tezgahın başına gittik. Kadınların başında, omuzunda gördüğüm desenlerin, taş binada, basılıp, hazırlandığını düşündüğümde henüz 10 yaşına yeni girmiştim…