İhtiyatla söylemek isterim ki, sanat hakkında konuşmak, sanat yapmaktan zordur. Neden mi? Sanat yapmak vehbii’dir, sanat hakkında konuşmak ise kisbîdir. Sanat hakkında konuşmak dar kapıdan geçmeye çalışmaktır. Üstelik sanat denilen fenomenin açık kavram(open concept) oluşu konuşmacının işini daha da zorlaştırır, cesaretini kırar. Bu arada sanatçıları darıltmak, gücendirmek tehlikesi de vardır. Sanat evreninde çalışanlar, hatta bu evrenin dışında kalanlar da kendilerince sanatı tanımlamaya çalışırlar. Oysaki yukarda söylediğimiz gibi, sanat açık kavramdır. Sanatın kökeni, amacı, türleri, hatta nitelikleri konusunda sanat bilimcileri, her devirde, her kültürde ortak bir paydada buluşamamışlardır. Her sanatçıya, sanat izleyicisine, sanat tüketicisine sanat teorisine uyan bir tanım yapmak neredeyse imkânsızdır. Her sanat eserinde bulunması gereken, her sanat eseri için yeterli olabilecek nitelikler tespit etmek de tartışmalıdır. İşte bu nedenledir ki sanat bilim gibi kapalı bir kavram değil, açık kavramdır. Sanatın tanımını yapmak gibi mayınlı bir araziye girmeyeceğim. Fakat bu tür çabanın güçlüklerini dile getirecek birkaç çabadan söz açacağım. Picasso’nun sanat tanımı, Aziz Augustinus’un zaman tanımına benzer: Sanat bir yalandır; fakat bu yalan çok zor bir sanattır. Fuzuli geçmişin uzak ufuklarından bize kırgın, münkesir, mugber, acı bir tebessümle karşımıza dikilir. “ biz daha önce söylemedik mi? Neden bizim sözümüzü değil de İspanyol’un sözünü söylüyorsunuz. Biz demedik mi?
Ger derse Fuzuli güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbet yalandır.
Bağışla bizi Su kasidesi’nin-duasının-  mübarek dili! Biz bilerek yada bilmeyerek atasını öldüren Yunan yalanlarının muhayyel kahramanı Oidipus gibi atalarımızı öldürdük! Suçumuz çok büyük!
Devam edelim. Hz. İsa sırtında haç, Golgotha Tepesi’ne işkence ve hakaretlerle düşe kalka tırmanırken, kendi kendine mırıldanıyormuş: baba! Bunları affet, onlar ne yaptıklarının bilmiyorlar!(Father! Forgive them for they know not what they do!) Marxist estetik İsa’nın bu sözünü sanatçılara uygular. Beyaz adam daha da ileri gider: “sanatçıların dilini kesmek lazım” der. Konuşmaktan ziyade, üretsinler, herkes kendi işine baksın! demeye gelir olmalı bu söz. Hazır bu noktaya gelmişken Yahya Kemal Beyatlı sanat yapmanın arka planında, hepimizin bir miktar ilah olduğunu iddia eder. Bir de İbn-ül Emin’in fikrini de alalım ”onlar bilinmek için okurlar, bense bilmek için”. Bilerek veya bilmeyerek unuttuğumuz Osmanlı da bu konuda şöyle der:
Bilirsin ki bilmezsin
Bir bilene sormazsın
Korkarsın ki sorunca
Bilirler ki bilmezsin
Acaba sanatçılar bilinmek için mi çalışırlar? Gerçi bu düşüncenin, çabanın arka planı zengindir, polifoniktir. Bilinmek, hatırlanmak, büsbütün unutulmamak. Bu iddianın en güzel, en anlamlı örneklerini şiir dünyasında arayalım.
Ölmek acıdır, yaşayıp köhnemek hazin
Buna bir çare yok mudur ya Rabb- el alemin?
Ve gönül tanrısına der ki
Pervam yok verdiğin elemden,
Her mihnet kabulüm yeter ki
Gün eksilmesin penceremden
Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran arayan var mı?
 Tanatafobia! Acaba sanatın arka planında tanatafobia, ölüm korkusu mu kodlanmış? Ayrılık korkusu mu, adem korkusu mudur sanatı esrarlı kılan? Bunun için mi Mevlana Mesnevisine ayrılıktan şikayetle başlıyor? Başka düşünürlerinde söylediği gibi sanat ölümden sonra hayat mı yada sanat, ölümün gülen yüzü mü?
Ali İzzetbegovic’e göre sanat bir tür ibadettir; dinsiz sanatçı vardır, fakat dinsiz sanat yoktur. Eflatun’dan başlayarak pek çok düşünüre göre (özellikle göğün emirlerini bilen düşünürler) sanat hayret ırmağından beslenir. Hayret etmeyen insanın, hayvandan farkı yoktur Hegel’e göre. Bir gülün rengine, biçimine, kokusuna, var oluş biçemine hayret eden insan, dine(tanrıya), sanata, bilime ulaşabilir. Din ile sanat arasındaki ortak payda ebediyet olmalı! Bilimin varacağı son nokta; insan beyhudedir, fanidir yok olup gider. Din ile sanat ise insanın ölümsüzlüğüne, ebedi olması gerekliliğine odaklanır.
Sanat felsefe ve dinin temeli insanın dikkatini, bilinmezlere, sırlara, muammalara çekmesinde yatmaktadır. Bu da meditasyonla, tefekkürle mümkündür. Hayret etmek, düşünmeye öğrenmeye yönelmek demektir.
Mestane nukuş-u suveri aleme baktık 
Her birini özge bir temaşa ile geçtik                                  
Bütün sanat türlerinde genellikle geçerli olan sanat ilkeleri vardır ki estetik objeyi bunlardır değerli kılan. Bu  kredoların en önemli ikisini ele alalım: Tekrar ve birlik! Bu ilkeler nereden ve nasıl bulunmuştur, alınmıştır. Bu ilkeleri, ashab-ı kaal bulmadı, onlar tabiatta vardırlar. Onlar yüce yaratıcının, büyük tasarımcının, göklerdeki prologdan başlayarak, varlığın temelindeki prensiplerdir. İnsan bunları hayret’le keşfetti.
Sanat ve dinin akrabalıkları işte bu prensiplerden kaynaklanmaktadır. Varlık, kainat ancak bu ilkelerle anlaşılır. Bu da söylediğimiz gibi meditasyonu gerektir. Çünkü bu ilkeler olmasaydı varlığı anlayamazdık. Kaos, akıl ve mantığımızın dışındadır. Sanat evrenine bakalım dünyanın en ünlü sanat şahaserleri din adına yapılmıştır. İslam’ın bütün sosyal hayatı, inanç sistemi özellikle cami etrafında toplanır, şekillenir. Sadrlardan satırlara nakledilen kutsal metin güzel yazılır(hüsn-i hat) güzel okunur. Minarelerde beş vakit okunan ezanlar sırasıyla saba, rast, hicaz, segah, uşşak makamlarındadır. Şimdi Kapadokyaya olan hayretimizin nedeni fresklerin sanat eseri olmasından mıdır? Yoksa Mevlana’nın da dediği gibi, her mekândaki duvar ve tavanın suretleri mimarın düşüncesinin gölgesi midir? O zaman bu resimler, burada yaşayan insanların düşüncelerinin suretlerinden başka ne olabilir”. Sanatın, dinin en dikkate değer ve heyecan verici yanları, insanı- hümanizmayı- unutulmuş kalbi kırık küçük dertli insanlarda aramalarıdır.
Hem fakirim, hem dilenci,
hem melikim, hem padişah
Hem menem üstad-ı sanat
hem anın muzduriyem!
Şah olup dünyaya hükmetmeyi
saadet sandılar
Hak-i pay-i kuy-u fakr olmayı
rezalet sandılar
Dizeler bu manada, kalbi kırıkları teselli eden, ruhlarını zenginleştiren incilerdir. Bu sözler belki de tâm-uşşuur olmayan göğe bakan sanatçıların duaları değil de nedir? Şiirleri, poetikası zaman zaman söz yazarlığını geride bırakan Cemal Safi’nin bir şiiriyle din ve sanat ilişkisini tatlıya bağlamaya çalışalım. Tatlı demişken; bir bardak çayı tatlandıran içine atılan şeker mi yoksa onu karıştıran kaşık mıdır? Bakalım, hayret edelim din mi sanatı, sanat mı dini kullanıyor?
Kahrını çektiysem vardır bir neden
Sensin bu duyguyu bende üreten
Gübredir toprağı verimli eden
Kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
O senin aslına rücu edişin.