DOLU dolu odalar.. koltuklar, masalar.. Evlerimiz, dolaplarımız tıka basa dolu. Ocakta yemeğimiz, musluktan akan suyumuz var. Hırslarımızın hepsine hitap edecek kadar eşyaya sahibiz. Fakat.. Yetmiyor. Herşeyin olması yetmiyor, kesmiyor, mutlu etmiyor.
Görünümün önem kazandığı çağda yaşıyoruz. Güzel görünmek, güzel yaşamak ve bunu göstermek adına koskoca bir tiyatro sahnesine çevirmişiz şehirleri, köyleri. Gözümüz hep bizde olmayanda, elimizde olanın hükmü yok bizim için,gözümüz dışarıda.
Kendimizin değil bu yaşam, başkalarının izinde, taklit yaşıyoruz. Mesela Şükran Teyzenin oğlu Bahattin var, mahallenin eskilerinden. Bir kedi sevgisi tutturmuş gidiyor çocuk, çeşit çeşit kedilerin fotoğrafını çekiyor, kediyi hiç sevmez fotoğrafını seviyor. Bakkal Rüstem Efendi 37 ekranda akşama kadar kadın programları izliyor. Ekrana çıkmış kadınlar dertlerini döküp ağlıyor, Rüstem efendinin ciğeri parçalanıyor, sonra eve gidiyor karısının saçından tutup dolaba çarpıyor. Mahallede namı 'kaşar' olan Feriha akşam iş çıkışı bir kafede oturup lattesini yudumlarken muhtemel bir Bmv düşlüyor bir de bu yaz için bodrum tatili. Bütün anneler kızlarına zengin bir koca ve hizmetçili bir ev düşlerken, oğullarına namuslu, hamarat bir ev kızı arıyor.
Kimse memnun değil halinden, aileler çatırdıyor. Bütün kocalar ince belli, uzun boylu kızlara meyilli, bütün kadınlar göbeksiz koca istiyor. Bir yatağı dört kişi paylaşıyor çoğu zaman, iki beden ve iki hayalden ibaret uykular uyunuyor. Ebeveynler uslu çocuklar isterken, çocuklar evde şefkat istiyor.
Herkes eksik artık bu dünyada. 'Dedemin mezar taşını okuyamıyorum' diye kükreyen torun, torunun lisanından muzdarip dede. 'Örf adet, töre' diye meydanları titreten ve bozulan ses tellerini akşam viskiye yatıran bir gençlik. Sosyal medyalarda torunu yaşındaki kızlara göbeğinin yağını kaşıyarak asılan kart zamparalar ve bir digital cihaz uğruna bu adamlara katlanan genç kızlar.
Eline kalem almamış yazarlar, kitabı kapağından okuyan okuyucu. Mürekkebin değil de parfümün kokusuna göre reyting alan senaryolar, karışık pizzadan daha karışık diziler, filmler. Kalıcı bir eser yok, günlük, günübirlik herşey. Günlük gazete, günlük yumurta, günlük süt satan bakkal bugün adını market koymuş günlük albüm, günlük şöhret satıyor.
Giriş, gelişme ve sonuç ekseninde yazılır, yaşanırdı eskiden. Giriş ve sonuç yetiyor. Kimse gelişme istemiyor. Hele ki aklın gelişmesi, zinhar, anında dinden çıkılıyor. Çocuklar esnafa değil, siyasete çırak veriliyor. Milyonlarca öğrenci, binlerce akademisyen, yüzlerce üniversite olan bir ülkeden onlarca bilim insanı çıkmıyor. Evliya olmakla nitelenip övülenler, hırsızlıkta cürmü meşhud olup taa okyanusların arkasına sığınıyor.
Biliyorum sabahlara kadar yazsam bitmez, zaten siz de okumazsınız, uzun olmuş dersiniz. Buraya kadar okuma zahmeti göstermiş olanlar şu soruyu soracaktır: Derdi saydın uzun uzun, kısa da olsa dermanı söyler misin?  Söyleyemem efendim, söyleyemem. 
Toplum olmayı bırakıp da bireysel olmakla övündüğünüz şu çağda her birinize ayrı derman bulmam gerekecek ve buna benim gücüm yetmez. Sadece şunu bilmemiz şart: Hastalık çaresiyle beraber sirayet eder vücuda. Kendinize, içinize bir bakın. Bırakın başkalarını, bırakın "elalem denen kahrolası putu". Muhtaç olduğunuz kuvvetin yerini biliyorsunuz, o cevher sahip çıkın.
Evde kalın. Hoşçakalın...