Merhaba Sevgilim…
    Bugüne kadar yazdığım aşk şiirlerinin tamamını bir klasörde toplamıştım. Dün gece gün doğana kadar hepsini okudum. Bu sabah sana olan tutkularımı, sevdamı anlattığımı, yüreğimin yangınlarını ifade ettiğini düşündüğüm, binlerce şiirimi sana yollamak üzere güzelce paketledim.
    Paketin ve şiirlerin üzerine kalp, göz, yağmur damlaları gibi çıkartmalar yapıştırdım. Ve nasıl oldu anlayamadan, içimden gelen bir sesle vazgeçip bütün şiirleri bir çırpıda sobanın içine attım. Sonra uzun uzun yanışlarını seyrettim. Cılız bir ısı hakim oldu odamda ve neden bilmiyorum ama birkaç damla göz yaşıyla birlikte oturup bu mektubu, kül olmuş bütün hecelerimin karartısında, sana yazmaya karar verdim…
    Öyle geliyor ki sevdiğim, ben ne kadar yazarsam yazayım, gözlerine düşkünlüğümü anlatabilme ihtimalim söz konusu değil. Hatırlar mısın bilmem, cam bir fanustan bakıyorduk bir birimize ve ben; “sessiz bir kasırgadır, rotasız seyirler, gecede vuku bulur, sağır derinden kopan iç çekişler” diyordum, sen başını hafifçe önüne düşürüyor, gözlerimden yüreğimin köküne kadar iniyordun. Her bakışın yüreğimin basamaklarından bir tanesini daha yok ediyordu ve çıkış için yol kalmıyordu. Yüreğime hapsediyordum gözlerini, çıkışı olmayan karanlıkta.         
    Tabi o günlerde sen de bilmiyordun, bir oyundu belki de hayata dair, belki de bir köşe kapmaca. Kim bilebilirdi ki? Daha o günler de aşkın; sevgi, tutku, olmazsa olmaz yanlarını ve daha bir çok yanıyla karıp, yüreğimin bütün odalarını önce kaba, sonra ince bir harçla sıvayıp, gün güne bütün hücrelerime gözlerinin kök salacağını.
    “Seyir defterini biz yazardık tövbe bozan dehlizlere aldırış etmeden ve kaypak diller söylemeden…” Yazmıştık, yazmasına da bir türlü yaşamak kısmet olmadı ve provasız bu hayatın ellerini birleştirip bir türlü, “kavuşma” oyunumuzu oynayamadık…
    Çok geceler bana sarılmaz küser bir kenarda uyur kalırdın. Üstünü örterdim ve sabaha kadar bir çok hecede seni izler ara ara açılan kollarını, yüreğimin en sıcak battaniyeleriyle kapardım.
    Buz gibi bir hava eserdi bütün satırlarımda ve bir türlü gün doğmayı bilmezdi. Bir ibadet gibi seni severdim ve sen daha çok küçüktün kıyamazdım, yani küçük bir sevgiliydin sabahın altılarında,  ben hep açılan yanlarını örterdim, kıyamazdım uyandırmaya.
    Doğan günle birlikte sersemletici bir ışık gibi doğardın gözlerinden ve ben yine ölürdüm gözlerinde, bilmezdin.
     İki bardak kahve hep şekersiz, hep sütsüz gelirdi masamıza, belki de biz gibiydi iki bardak içinde ki karışım, yani tatsız…
    Üzülürdük sarılamadığımıza, kızardık bomboş geçen geceye ve bilirdik telafisinin olmadığını. Sonra hırsla, birbirimizi suçlardık, ayrılamazdık da…
    Bu sabah bir yığın külün arasından bakıyorum yaşama ve yine sana yazıyorum.
    Sorgulamaksızın yazıyorum. Suçladığımı bile bile, suçlamakta değil niyetim, nedensiz belki de bütün hislerim, belki de bütün sebep özlediğim gözlerin. Yani bilmiyorum aslında, yok yok biliyorum da bilmiyorum, biliyor muyum?..
    Bilmiyorum…
    Belki de anlamıyorum, anlıyorum, anlıyorum da anlamıyor mu gözüküyorum, bilmiyorum ama yazmak istiyorum, bütün küllere inat seni sevdiğimi söylemek istiyorum, çok güzel şeyler yazmak, kalbine dokunmak istiyorum.
     Parmak uçlarımdan tutuşarak bir kağıt çaresizliğinde yanıyorum şimdi. Boğazımda düğümlenen yaşanmamışlıklar ve nice bakir özlemlerim var.
    Ha babam akrep zehri acılar kalbime akıyor. Çuvallıyorum olanca aptallığımla.
    Gün yine sessiz sessiz çekiliyor iliklerimden ve ben hala sana olan sevgimi anlatamadım. Seni seviyorum.