Rahmetlik Ömer dayı şimdi teşhisine Obezite denilen yeme bozukluğuna 1970’li yıllarda yakalanmış, gövdesi ağır, kilosu sıkıntılı zor yaşayan bir garibandı. Memleket şartlarında ağır beden işleri yaptığından, tez acıkır, bizim 3 olarak bildiğimiz öyünlere gece yataktan kalkıp, yaptığı eklemelerle gün boyu 7-8 sayısına ulaşabilen gerçek bir oburdu. Sinirli tipli ve geniş göbekliydi. Yufka ekmeklerin yaklaşık 6-7 tanesine bir çarpım ekmek derdik ya; işte ağzını saran bir yemeğe rastlasın bu ekmek çarpımı iştahla anında iç ederdi.

            Köylüler ona “Omuş” derdi. O zamanlar çok yemek yiyenlere “Omuş gibi yiyo” denilirdi. Kimi Ganara, kimi Garnapa derdi. Hatta bir rivayete göre Sorgun’dan alınan somun ekmeği yufka ekmeğe sararak dürüm yapıp yemiş. Geliri düşük, çok fakir ama yardımsever, yüreği tertemiz bir adamdı. 35-40 dönüme yakın verimsiz bir arazisi vardı. O araziyi Nurettinin Ihsen’in öküzleriyle sürer, savururdu. Binlerce kez “Allah razı olsun o Ihsen Efendiden, her daraldığımda hızır gibi yanımda”…diye dua ederdi.

            Eski düğünler yemekli olurdu. Damlara, harmanlara çul serilerek yemek sofraları kurulunca büyüğünden çocuğuna herkes alaycı ve endişeli gözlerle Omuş Dayıyı ararlardı. “Şimdi O bütün yemekleri yer, bize hiç bir şey kalmaz.” diye. Zavallı adam bu bakışları hisseder utanır, sıkılır ama sadece düğün ve bayramlarda gördüğü etli, tatlı, çorbalı, mantılı bu ikramlarla adeta kendinden geçer, mest olurdu.. Sofranın dualanmasından sonra da yemeklere devam eder, “Dibinde kalması kadar günah bir şey yok.” diyerek kendine haklı gerekçeler uydurup, tabaklar bitene kadar yerdi.

            Kimin evinin önünde sohbete falan dursa ev sahibine veya çocuğuna “Ulan yavrım içim geçti, ordan iki ekmeğe sarılı çokelikli bi dürüm getirin.” derdi. Herkes te getirirdi tabiiki. İki ekmeğe sarılı dürümün görüntüsünü gördünüzmü bilmiyorum, oldukça ilginç olurdu. Gom neyise görmedim ama “Gom gibi dürüm” derlerdi. Tabii ki iki ekmeğe sarılı dürüm deyince iki adet çokelikli dürüm ayrı ayrı gelirdi ama, Omuş Dayı tecrübeli, elinde 2 dürümü görenler “Ecik ucundan da bana böl” derler endişesiyle o tehlikeleri önlemek için ekmekleri birbirine ular ve tek dürüm haline getirirdi.

            Kurban Bayramlarında bayramlaşmadığı kimse kalmazdı. “Ne demek sen kurban keseceksin, ben ondan bir tike olsun yemeyip geçmişlerine fatiha okumayacağım öylemi, sizin ekmeğiniz de yenir, aşınız da yavrum, en hanedan aile sizsiniz köyde” der ve üçte birlik kısmını imha ederdi.  Bu gibi girişimlerine hep kendi çapında birer bahane arar ve nasiplenirdi.

            O zamanlar “Maşallah taş gibi adam” derlerdi ama derbeder şeker hastasıydı. “Sen şeker hastasının” desen “Hadi lan öyle hastalıkmı olur” derdi belkide. Ben şeker hastalığını 80’li yıllarda duydum. Doktorun, hastanenin seyrek olduğu ve masraftır deyip gidilmediği dönemlerde perhiz yapması gereken bu adamın kontrolsüz ve aşırı yemek bağımlılığı onu ani bir şeker komasıyla rahmetli etti.

Çilçapar bir iti vardı. Tek kulağı ve kuyruğu kesik bir de eşeği. O eşek Hacı Osman’ın dikmeleri kemirince, Hacı Osman’da yakalayıp hayvanın kulağını ve kuyruğunu kesmiş. Evinin önünde yüksek duvarlı birde bahçesi vardı. Siyeçleri yeni, duvarlarında tezek yapmaları olurdu. Bahçe içindeki kabak tefekleri duvarın üzerine uzanır, bazı kabaklar yola kadar sarkardı. O kabakları koparırı, iki şemşamer sapının arasına takar “Kabak Kağnısı” yapardık. Saygılı, sessiz ve kimseyle konuşmayan çocukları vardı. Bahçelerini yolduğumuz halde bize hiç dalaşmazlardı. Millet uysallıklarından “Seme bunlar” derlerdi. Pencerelerinin kenarları mavi, kümesliğine kadar beyaz badanalı, önünde tulumbalı kuyusu olan, temiz avlulu, yanları çiçeklerle süslü pırıl pırıl bir evi vardı. Hanımı Ademiye Bibi’nin bürüğü, önlüğü, üstü-başı tertemiz olurdu. Koyunları, inekleri, tavukları köyün tüm mallarından bakımlıydı.

            Ömer Dayı rahmetli olunca, etrafa huzur saçan o kapıda kapandı. Çocukları İstanbul’a göçmüşler. Çok kazançlı işleri, iyi de ekonomileri varmış. Yine öyle terbiyeli, yine öyle saygılılarmış. Kööyün en ferah yerindeki o süslü ev uçmuş, bahçe duvarları yerle bir, üstünde baykuşlar öten harabe bir mekan. Geleni yok, gideni yok bir mezbelelik bir ören.

            Sanane diyeceksin, seninmi sanki diyeceksiniz veya delimisin oğlum sen diyeceksiniz ama, o öreni görünce çocuk gibi ağladım. Tevazu ve içtenlik yansıtan toprak damların yerine zenginlik göstergesi, dokusu uyumsuz betonerme evler, oturma sekileri yerine pilastik aksesuarlar, kalaylı helkelerin, bakır tasların yerine plastik dalavereler, gurbanım, guzum, yavrum sözleriyle hitap eden köy değerlerinin yerine Avrupai saçmalıklarla selamlaşan, abuk-sabuk giyimli, samimiyetsiz hal hatır soranları görünce, eskilerin candanlığı aklına geliyor ve haliyle, köyünden, soyundan herşeyinden soğuyor uzaklaşıyorsun.

            Cenab-ı Allah Ömer Dayıyı rahmeti ve cennetiyle ödüllendirerek sonsuz huzuruna kavuştursun. Oburluğu, obezliği, sofralarda ayıp sayılacak sokumları, oturma biçimi vs. her eksisi unutulmuş ve şimdi aklımıza bir renk, bir desen ve bir değer olarak yansımış haliyle hatırlıyoruz. Candan sohbeti, içten duaları, melek gibi çocukları, sürekli çalıştığı halde hiç garibanlıktan kurtulamayışı, rengarenk bahçesi ve adıyla özdeşleşen Gom gibi dürümleriyle hatıralarımızın süsü, köyümüzün tadı, sığınılacak gönlü ile mazimizde, ruhumuzda hep yaşayacak. Nur içinde uyusun.