ANADOLU'da tüm hücrelerimize kadar hissettiğimiz saygı, sevgi, dostluk, dayanışma ve paylaşma gibi güzel davranışları, nedeni ne olursa olsun; büyük kentlerde bulamıyoruz çokça. Özellikle İstanbul gibi kozmopolit bir kentte kendi mahallesi, sokağı, hatta apartmanı hemşehrilerden oluşsa da yörenin kendine özgü kültürünü özlüyor insan.

Aylardır pandemi koşulları nedeniyle telefonla iletişim kurabildiğim annem, önceki gün evimize gelince 5000 senelik bir tarihe sahip şehrimi, “Yozgat'ı” ne kadar özlediğimi hissettim. Derler ya, “Ana gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” Ben de ana gibi yar; 'Yozgat-Çekerek gibi diyar olmaz dedim. 

Zorunlu kapatılmış, evde, odamın bir köşesinde duran çeyiz sandığımdaki; kaneviçe işlemeleri, Osmanlı motifli örgü patikleri, doğaya ait her canlının, nesnenin oyaya dönüştüğü yazmaları bir bir koklayasım, giyesim, örtünesim geldi. Sandığımın içi buram buram Çekerek kokuyor çünkü, o kokuyu bugün bu yoğun hislerle tekrar tekrar koklamak istedim. Her yaz nemli İstanbul havası zarar vermesin diye balkonumda güneşe çıkardığım, kimisi 30 senelik olan çeyizimi bin bir anıyla seriyorum. Bu patiği annem yaptı, ipini Kürt hocanın dükkândan almıştık; bu yazmanın kelebek modelini falancadan istemiştik, menekşe modeli çok yaygındı, dantel masa örtüsünü üç ayda bitirmiştim ve daha nice Çekerek hatırası. Her biri gençliğimi, çocukluğumu, öğrenme hevesimi, memleketimi unutturmamak için odamın bir köşesinde, sessizce sandığın içinde duruyor.

Annemin ayağındaki mavi siyah Osmanlı desenleri olan patiği, çiçekli lacivert başörtüsü, topuklarına uzayan eteği de bugün gelişiyle evimize buram buram memleket hasreti oldu.

Salonda açık TV’de, Bozok semahının doyumsuz müziği ve ritmine kaptırdım bir ara kendimi.

Muhammet Aliye ikrar vermeyen
Gündüzü karanlık gece sayılır
İkrar verip ikrarında durmayan
Kırk yıllık emek çekse hiçe sayılır
.”

Semah bitince, memleket hasretimi telefonumdan açtığım sürmeli türküsü ile yaşamaya devam ettim.

Hepimizin sık kullandığı “Doyduğun yer memleketindir.” sözünü kabul etsem de, vatanın her karış toprağı memleketim olsa da, anne özlemini giderirken yaşadığım mutluluk, sıla özleminin ağırlığıyla gölgelendi. 

Sanayiden tarıma, eğitimden sağlığa, turizmden kültür-sanata kadar, bölgeler hatta kentler arası farklılıkların neden olduğu Anadolu’dan göçün, insan üzerindeki en büyük belirtisi hiç kuşkusuz memleket hasreti. 

Her gün korkarak baktığımız Sağlık Bakanlığı'nın salgın rakam tablosu, vefat eden insanlar, yatak kalmayan hastaneler, sokağımızda, mahallemizde testi pozitif çıkanlar, çalan telefonu "Kötü haber olmasın inşallah." diyerek korku ile açmaların verdiği psikolojik yorgunluktu belki de annemin bu gelişiyle beni bu denli duygu fırtınasına sürükleyen.

Memleket özlemini derinden hissettiğim bugünüme şu soruda eklendi bir ara: Çocuklarımız doğup büyüdükleri kentin yaşam koşullarını, kültürünü benimsiyorlar evet, ama tatillerde kısa süreli gittikleri dede toprağında yedikleri ya da sadece adını duydukları; Madımak, Çiğdem Pilavı, Testi Kebabı, Arabaşı ve diğer yemeklerimiz, Nida Tüfekçi'den dinledikleri "Sürmeli Bozlağı" sizce onlara ne kadar anlatıyor Yozgat'ı? 

Duygu fırtınasını atlatıp günümüzün gerçeğine döndüğüm an, Türkiye ve dünya olarak şu lanet Covid-19’u hayatımızdan tamamen çıkardığımız an, Yozgat-Çekerek'i evime taşımaya karar vermiş buldum kendimi. Ya da kim bilir bir gün taşımak Çekerek’e kendimi.

Yozgat’ın meşhur manilerinden biri hafızamdan dışarı taşarken ömrümden memlekete hasret dolu bir gün daha gitti.

***

"Yozgat’tan mı geldiniz? 
Yoruldunuz; öldünüz,
Birinize demiyom,
Cümleniz hoş geldiniz
"