1954-1955 Eğitim ve öğretim yılı Pazarören Köy Enstitüsü birinci sınıf öğrencisiyim. Ders ve yemek saatlerini bildiren jant kapağı kampananın acı akotsuz, soğuk sesi hala kulaklarımı tırmalar. 
Cumartesi akşamları bütün öğrenciler beden eğitimi salonunda toplanıyoruz. Okul şoförümüz Deli Yunus Fargo marka kamyonla Kayseri’den film getirecek. Deli Yunus bu adı üstünde. Gecikti. Salonda çıt yok, hocalar da balkonda. Dönüp bakmak, konuşmak kimin haddine? Deli Yunus’un getireceği filmi bekliyoruz.Zaten başka eğlencemiz de yok. Daha sonraki yıllarda bu salonda Aşık Veysel’i, Malatya’lı Fahri Kayahan’ı dinlediğimizi de hatırlıyorum. 
İnsanı bunaltan kurşun gibi ağır bir sessizlik. Müthiş bir disiplin. Bu sırada öğrenci birliği başkanı elinde bir torba sahneye çıktı. Söylediğine göre kendine güvenen öğrenciler sahneye çıkacak bu torbadan çekecekleri bir kelime hakkında beş dakika konuşacaklar. Maksat zaman değerlendirilecek, topofobi de denilen sahne korkusu atlatılacak! 
Nasıl oldu, kim kaldırdı kolumu, kim itti beni sahneye hatırlamıyorum. Kendimi sahnede buldum. Elimi torbaya daldırdım veya başkan daldırdı onu da hatırlamıyorum. Titrek ellerimle torbadan çektiğim kağıt parçasında yazılı kelimeye baktım. Makarna! Bu kelime hakkında beş dakika konuşacağım. Erişte veya mantı olsaydı kolaydı. Bunları biliyordum ama makarnayı yeniyeni duyuyordum. 
O yılların şartlarında köyünden kopmuş 12 yaşında bir çocuk makarnayı ne bilsin. Ne, nasıl söylediğimi, konuştuğumu hiç hatırlamıyorum. Göğüsüm körük gibi inip kalkıyor güçlükle nefes alıyorum. Elime dilime solucana benzeyen kurtçuklar dolanıyor. Kelimeleri eveleyip geveliyorum. Ağzımdan iradem dışında çıkan şu cümleyi hiç unutamam. ''Makarna çok önemli bir fonksiyondur!'' dedim demesine ama bende de hal kalmadı. Sahneden inerken bütün öğrenciler hem gülüyor hem de alkışlıyorlardı.
Fonskiyon kelimesini yeni duymuştum, manasını da pek bilmiyordum. Ama yabancı kelime kullanarak farklı olduğumu bir şeyler bildiğimi göstermeliydim. 
Şimdilerde bile bu gösteriş merakı, bir tür hastalık devam ediyor. Yanılıyor muyum? Bir İstanbul türküsünde dile getirildiği gibi, bu bizim eski huyumuz! 
Köy Enstitülerinde yabancı dil eğitimi yoktu. Köy öğretmenlerine yabancı dile ne gerek var! Lise mezunu da sayılmasınlar. Köy öğretmenliği onlara yeterde artar bile! Üniversite okumak onların neyine? Bu eksikliği, bu acıyı benim gibi yaşanlar daha iyi anlar. 
Neyse müzik öğretmenimiz Ahmet Kayalıdere İngilizce kursu açmış, gitmek istedim, param olmadığı için hoca kabul etmedi. İnat bu ya, kapıda bekledim, çıkan kursiyerlerin gördükleri dersleri ezberledim. Ezberlediğim kelimelerin bir çoğunun manasını çok sonradan öğrendim. Çünkü sözlükte yoktu. 
Şimdi anlıyorum bende ki bu yabancı dil sevdası daldan eğme değil, kökten sürmeymiş. Ali Şir Nevai’nin kemikleri sızlasın!