Duygularımı yitirdim. Tek satır hasret yazamıyorum. Duvarlarım bile küs olmuş gözlerime. Gökyüzüne asılı milyonlarca kandilimden bir tanesi bile yanmıyor…
    Sitemlerimin hiçbiri sana değil. Gizli yaram, gözyaşım, sürgün gözlüm… Yollara düşürdüğüm ömrüm…
    Sayfa sayfa yazdığım şiirlerim… Gece gündüz hazin bir ağıtın sözcüsü olan dilim… Hepsi yalan oldu!.
Kalbimin coğrafyasında Ankara, İstanbul, Akdeniz, Ege…
    Hiçbir anlam ifade etmiyor. Kalleşliklerin tükenmediği, sitem yağmurlarının dinmediği, nice geceler sönüyor güneşin alnında…
     Sonra, bütün kayıklarım karaya vurdu. Tayfasızdım zaten ama küreksiz değil… Gönül küreklerim kırıldı…
“Serveti gönlüm olan ömrüm
Kurudu aşk kaynağım yalan sözlüm…”
    Siyah beyaz karelere yüklediğim bütün anlamlar ve hayatımdaki bütün sesli harfler bir göçün içindeler.
Nereye doğru gidiyorlar bilemiyorum.
    Sırılsıklamım güneş nar tanelerime vuruyor. Kalemimin mürekkebi olan “seni” kurutuyor. Bir adım daha diyorum, bir adım daha… Mecâlsiz toprağa seriliyorum.
    Kalkışım nice aydınlığı zindanlara dönüştürüyor ama direniyorum.
    Nafileyi lügatimden bir türlü çıkartamıyor, hasreti yazdığım tümcelerimi silemiyorum…
    Sarmaşık sevdalar yaşanırdı bu şehirde sen gitmeden önce…
    Her yaz kavaklardan dağılan polenler aşkın şirin çocuklarını döllerdi.
    Öyle ki, yaz alerjileri bu kentin dört bir tarafından duyulurdu…
    Gölgelerde yaşanan aşklar, bütün sitemleri ortadan kaldırır, sevgiyle tutuşan avuçlar nice bakir ormanları oluştururdu…
    Penceremin sokağa bakan çamından artık bakmıyorum. Sitem de etmiyorum, sözler de vermiyorum…
    Sensiz bir daha sinemaya gitmem demiştim ya, sensiz o kadar film izledim ki… Kolu, kolçağı, saçı, rengi başka…
     Nice renkte gözlerde…
    Haklısın, sözümü tutamadım.
    Oysa ki, mahşere kadar bekleyecektim… Üzgünüm…
    Bir bağış, af, lütuf beklemiyorum senden. Duygularımı yitireli tam onyedi yıl oldu…
           Saçlarıma ne zaman beyazlar düştü ve gözlerimin önüne halkalar, bilemiyorum… Sen benim son hüznümdün.
    Zannetme bundan sonra yıkar beni bir güvercinin kanadı, zannetme bundan sonra bir otobüsün farına, bir trenin acı acı ötüşüne ve seni bu kentten ansızın alıp götüren bütün acı duygulara, bu sefil, bu aciz gönlüm anlam yükler, yükler de gözlerini yatırıp da uzaklara bekler zannetme…
        Aslında bir özürü hak eder miydi bu mektup?..     Belki…
        Hoşçakal… Sözümü tutamadım…