Yaz ayları Bozok Yaylasında kurak geçer. Adı üstünde yayla.
Dağ olmadığından, zirvesinde eriyen karları orantılı zamanlamayla erimiş su olarak ovalara salamadığından, artan sıcaklıkların etkisiyle Temmuz ve Ağustos aylarında toprak aşırı şekilde kuraklaşırdı.
“Gün Dönmesi” derlerdi bu zamana. Otlar kurur, bostanlar yeter, meyveler tükenir, bir tek üzüm kalırdı bağlarda.
Köyden etrafa baktığınızda sağa sola deli deli koşan inek, dana, düve, eşek, buzağı falan görülürdü.. Hemen anlardık ki bunları buğalek dutmuş.
Buğalek, zoolojideki adı nedir bilmiyorum ama gri ve yeşil tonlarda, eşek arısından biraz daha büyük, kanatları geniş, fantom uçağına benzer bir tasarımda yaratılmış, uyuşuk bir sinek çeşidiydi.
Yapıştımı bir hayvanın sırtına direk iğnesini batırır ve ordan doyana kadar kan emerdi. İnsanlara da konardı ama elin uşağı şaplağnan godunnuydu geberdir atardı zavallıyı.
İnek, düve, bızağı, komüş.. her neyse.. Konunca sırtına hayvan kovamıyordu da.
Kuyruk falan sallıyor fayda etmiyor, ağzı zaten uzanamıyor, boştan yere havaya çifte savurarak sırtındaki acının etkisiyle bayır bayır kaçıyordu.
Arkasında hayvanın sahibi, ekin tarlalarına gitmesin diye apırcın oluyor, bekçiler mal sahibine anlayışsız bir şekilde “Malına sağap olsana, fişmancanın bostana, bağa, tarlıya giriyo, dümbüklük etme” diye azar ediyo.
Adam biçare yetiştikçe sinirinden deynek yapıştıyor, mal tamamen deliriyor.
Aklın egemen olamadığı zor bir durumdu buğalek dutması.
Kaos bir ortamdı.
Mal dururmu yerinde.
Bahçe, bostan transit ezip geçiyo…
Özellikle kanak çayı kenarlarındaki bataklıklar Buğaleklerin bol olduğu mekanlardı. Bazı böyüklerimiz “mallarınızı ıslatın oğlüm buğalek gelemez aminim” derdi.
Malları soğukkuyu ayakkabılarla su çekerek ıslatır, üstlerine mintanlarımızı, yağlıklarımızı neyi atardık amma imansız Buğalekler sanki o şekildeyken daha çok geliyorlardı.
Ekin tarlalarına atılan zirai ilaçlar buğaleklerin kökünü kuruttu.
Sığır çobanları rahat etti.
Sadece düveler danalar sürüden buğalek ızdırabı nedeniyle kontrolsuz kaçma endişesinden kurtuldular.
Ama sağlıklıca düşünürsek yaşanan o zor durumlar bile bize enerji, keyif, komedi, neşe olarak ruhumuza hatıra olarak kazınıyordu. Zirai ilaçlar yalnızca Buğalekleri mi bitirdi dersiniz.
Üveyik, Delirce, Şahin, Alopal, Tavşan, Tilki, rengarenk ve çeşit çeşit ispinoz kuşları, gözlerimize bayram yaptıran süslü kelebekler, bal arıları, çiçek çeşitleri saymakla bitmez binlerce güzelliği de yok etti.
Ekosistem bozuldu. Endemik bitki türleri azaldı.
Aslına bakarsanız insanların doğaya attığı bir atom bombasıdır zirai ilaçlar.
Hatıralarımızın katili, beceriksiz kimyacıların ürettiği sonu düşünülmemiş bir zehirdir hepside.
Eskiden Buğalek malları bayır bayır kaçırırdı, şimdi yok edilen doğa insanları diyar diyar kaçırıyor.
Mallar yine akşam olunca ahırlarına giriyor, ama insanlar sığınacak delik bile bulamadığından garip garip dolaştıkları gurbet diyarlarından, ciğerlerinde köz olmuş özlemleriyle andıkları sılaya bile dönemiyorlar.
Yani anlayacağınız buğalek hepimizi tuttu.