Evet, yazmalıyım. Çünkü bu türkünün hatırlattığı hatıralarla alakalı olarak boynumuzda vebal var. Bir vebal olsa gene neyse, birkaç kişinin vebali var. Ben bu Cafiyem türküsünü birkaç kişiye sorarak tamamlamaya çalıştım. Onların bana hakkı geçti. Öte dünyada elleri yakamda. Onların yüzüne nasıl bakarım. Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım, birçoğu uzak yakın akrabam olan ve bana hakkı geçen o insanlar –birisi hariç- artık hayatta değiller. Göçüp gittiler bu dünyadan sessizce… Vefatlarını çok sonra, aylar yıllar sonra duydum. Dolayısıyla hiçbirisiyle helâlleşemedim.
İnsanın insanda hakkı olmaz mı? İnsanın insana hakkı geçmez mi? Olmaz olur mu, geçmez olur mu? İşte ben hiç birisine “hakkını helal et” diyemedim. Tekrar mülâki olamama şüphesi aklıma geldikçe, aldandığımız hayat denen yalanın buna değmeyeceğini düşünüyorum, daha çok üzülüyorum, acı çekiyorum. Borcum, altında kaldığım vebal daha büyüyor, daha da ağırlaşıyor. Eğer “Cafiyem” türküsünün hikâyesini yazmazsam veya yazamazsam unutulup gidecek. Onca insan, eş, dost, arkadaş, emmi, dayı, kardeş, türkü sevdalısı, edaları, sadaları hafızama nakşeden insanlar, sanki türküyü bana emanet etmişler! Bu emanetin manevî ağırlığında eziliyorum; bu emanet bana dirlik vermiyor.
Cafiyem türküsünün hikâyesini yazmalıyım!
Ama nasıl? Bu kaçıncı başlamam, kaçıncı bırakmam! Kaç defa rüyalarıma girdi; kaç kere şevkle, heyecanla kaleme sarıldım. Sonuç gelmedi. Olmuyordu. İstediğim gibi gitmiyordu... Konuştuğum gibi yazamıyordum. Kolay mı? Hele aşkı, sevdayı, ayrılığı anlatmak! Herkesin harcı mı?
Tam kırk bir yıl oldu. Yani tam kırk bir yıl bekledim. Belki başka birisi yazar, çizer, söyler, sorar, soruşturur diye. Ben de vebalden kurtulurdum böylece. Kimse merak etmedi, kimse sormadı. Gayri umudumu kestim onlardan. Eğer ben de iyi-kötü bir şeyler yapamazsam hakkını helal etsin “Cafiyem”ciler! Cafiyemciler kim mi? Söyleyeyim Fadik Gelin, Genç Oğlan, Çavuşun Vahdi, Mahmut Çavuş... Ve dinleyenler...
Ama ben yazmaya başladım. Ne yapalım günah bizden gitti. Beğenmeyen daha güzelini, daha iyisini, daha doğrusunu yazsın! Elinden alan mı var? Yazma diyen mi var? Cafiyem türküsünün hikâyesini benden başka kimse yazamaz diye elimde ferman mı var? Yok! Hem ne beklemişler bugüne kadar. Kırk bir yıl bekledin bekledin de yeni mi aklın başına geldi diyecekler dostlar belki de... Varsın desinler bakalım. Belli mi olur? Belki bana hak veren de bulunur. İyi etmiş, eline diline sağlık diyenler de çıkar.
Fadik bacım – çevresindeki konu komşu Fadik Gelin derler – bu kış Ankara’ya gelmeseydi belki de yazmayacaktım. Fadik Gelin’i bilmezsiniz! Ben söyleyeyim, siz varın hesap edin! Devlet Ana gibi, hükümet gibi bir kadın bu benim Fadik bacım! Niye “Gelin” diye söylediğimi soruyorsanız, anlatayım. “Gelin” otorite, ekonomik ve sosyal mevki, güç kuvvet demektir. Yani bu gelin o gelin değil. Bu gelin, bu ünvanı ancak kırk-elli yaşından sonra hak eder. Öldükten sonra bile adı kalır. Sülale onun adıyla anılır. Dediğim gibi canım. “Gelin” devlet ana, Osmanlı kadın, avrat paşası demeye gelir geleneksel kültürümüzde.
Ne diyordum, evet, Fadik Gelin Ankara’ya gelmiş. İstanbul’dan geliyormuş! İstanbul’a giderken değil de, İstanbul’dan dönerken uğruyor bize Fadik Gelin! Niye gelin dediğimi varın siz anlayın. Duyar duymaz arabaya binip gittim. Boynuma boğazıma sarıldı, ağladı sızladı. Diye diye ağladı. Dörtlükler sıraladı art arda. Ne yalan söyleyeyim, ben de ağladım. Ağlanmaz mı hiç! Benim için ağlayacak kaç kişi kaldı ki dar-ı dünyada. Ortalık biraz durulunca sohbete başladık, dereden tepeden konuştuk. Maksadım ağzından lâf almak, söz derlemek. Kim öldü, kim aldı? Kim göçtü, kim kondu? Derken başladı anlatmaya...
- “Gardaşım! Orucun başındaydı (Kocasına dönerek, “öyle değil mi len Ali?” Sabahınan erkenden işlerimi gördüm; evi sildim süpürdüm, ocağa aş vurdum. Geçip divana oturdum, sonra televizyonu açtım. Bir de baktım ki sen karşımdasın. Ne yapacağımı şaşırdım. Sonra uşakları çağırdım. Bu yoktu, neredeyse (Kocasını kastediyor). Sonradan geldi. Zaten televizyona neye bakmaz, hemen uyur. Ben bakarım. Gardaşım, (Kardeşimin K’sını İslam yazısının Gayn harfi gibi telaffuz ediyor, üçüncü heceyi de bilmem kaç elif miktarı uzatıyor) baktım, baktım da tümden el olmuşsun dedim. Döndüğün yana döndüm, baktığın yana baktım, ol görüp yüzüme baktıramadım! Dedim ki; “Fadik bacın kölen olsun senin. Niye yüzüme bakmıyorsun, niye el gibi duruyorsun? Yoksa bana küs müsün? Ben seni görüyordum, sen beni görmüyordun hee!... Sen de şehirde dura dura sade el oldun. İnsan döner döner bir bakar kele... Muhannet arkadaşın da kısa kesti konuşmayı. Ha iki daha konuşsaydınız ya!...
Güldüm. Yerinde bilmiş bilmiş, yerinde saf yürek gibi konuşan Fadik Gelin’i ben de onun gibi davranarak, dinliyorum. Konuşma sırasında Cafiyem türküsünü aradığımı, köye kadar haber geldiğini söyledi. Ondan başka bilen mi kalmışmış Cafiyemi? Benim sorduklarımı da ona sormuşlarmış! Sitemli sitemli konuşuyordu. Sesine verdiği tonla da bir başka anlam katıyor sözlerine. Candan, doğal ve samimi bir eda ile söylüyor.
Yazıyorum söylediklerini:
Yenice bağları da erken bozulur
Jandarmalar bölük bölük dizilir
Sana derim sana da gelin Cafiyem
Bizim evrak Ankara’ya yazılır

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Yenice bağlarından indim aşağı
Tabancama süremedim fişeği
Sana derim sana da gelin Cafiyem
Kalleş olur Sarılar’ın uşağı

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Evinizin önü bir büyük kaya
Helkeler elinde gidiyor suya
Sana diyom sana gelin Cafiyem
Kurban olam ben sizin soya

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Dörtlüklerin sonundaki nakaratları söylemedi, onları ben ekledim. Ben yazdıkça sevindi. Son dörtlükte biraz zorlama sezdim. Yazıp yazmamakta tereddüt ettim. Onu artık gözlerimle dinlemiyordum. O anlatıyordu... Baba ocağı, annemiz, çocuklu hatıraları...
Ve ben gerilere gitmiştim!...
1955 yılı, bahar; çılgın, deli, sevdalı bir bahar. Ağaçlar, dallar, yapraklar, kuşlar, dağlar, taşlar da sevdalı. Ekinler diz boyu. Peygamber düğmeleri aralarında uzun boylu güzeller gibi! Yaban gülleri; sarı, pembe, ak. Her taraf çıkla yeşil, kesme çiçek, kuş sesi, su sesi... Mahmut Çavuş’la yürüyoruz “Kapıönü”nden aşağı doğru. Çocuklar körpe güdüyorlar ekinler arasında. Çavuş’un dalısında tüfek, bağlar bahçeler arasında söyleyip gidiyor dikine aşağı. Yüzünde buruk bir sevinçle acı, ıstırap karışık. Zamansız, çaresiz bir aşkın izi var sesinde... Onu dinliyorum hayalimde. Cafiyem türküsünü ilk duyduğum gün. Ağaç gövdesinde budak, dalda yaprak gibi yer etti bende!...
Duydum Cafiyem de seni satmışlar
Para ile lira ile tartmışlar
Benim için sana minnet etmişler

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Köşektaş’tan çıktım beşli dalımda-
Şükrolsun Mevla’ya Cafiyem yanımda
Bir arzumanım kaldı Cafiye Gelin’de

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı

Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Yeni bir türkü o gün için. Ben gittikten sonra yakılmış olmalı. İlk defa duyuyorum. İlk defa Çavuş’tan dinliyorum Cafiyem’i. Hem üç dizelik halinde, nakaratlar aynı. Gün geçtikçe baktım ki herkes Cafiyem türküsünü biliyor. 1955 yılını Cafiyem modasıyla hatırlarım. Cafiyem yılı belledim 1955’i. Fakat her moda gibi o da unutuldu gitti. Ama ben o yılı, Cafiyem yılını unutmadım. Cafiye’nin hikâyesini, türküsünü aramaya sormaya devam ettim. Yeni dörtlükler buldum, bulduklarımla zenginleşti türkü... Hâsılı Cafiye’nin cezasını az-çok ben de çekmiş oldum.
Herkes ona Genç Oğlan derdi; gençliğinde güzel türkü söylediğini duymuştum. Genç Oğlan’ın adını ben de öyle biliyordum. Değilmiş, yıllar sonra öğrendim; adı Dursun’muş. Durdu da... Ona bu türküyü sorduğum zaman yaşı –söylediğine göre- seksen beşin üzerindeydi. Maşallah adının hakkını veriyordu. Anasının mı, babasının mı hayır duasını almış, bilinmez. Evinin önünde, duvarın duldasında oturuyordu. Küçülmüştü. Her neyse, hani derler ya, yumruk kadar kalmıştı. Yüzüne konan sineklerin "Dursun” duasına pek zararı dokunacağa benzemiyordu. Selam verip hal-hatır sordum. Hoş-beşten sonra, döndürüp dolaştırıp lafı türkülere getirdim mahsus...
“Eskiden biz çok türkü bilir, çok türkü söylerdik. Bu zamanın uşağı türkü mü biliyor? Türkü mü söylüyor? Baba çıkacısa radyo-teyp ne bize türkü mü söylettiriyor gayri? Sıra mı geliyor onlardan? Biz türküyü bırakalı çok oldu, ha sordun da söylüyorum. Hangi türküleri söylediğini soruyorum, ardından hiç duymadığım şu dörtlüğü mırıldanıyor;
Gövel ördek gibi de cıgalım düzgün
Gülünü dermesin şu gezen kuzgun
Yoksa yârin mi öldü hatırın bozgun
Eşinden ayrılmış yoz kuşa döndün

Gövel, cığal, yoz kuş gibi kelimelerin altını çizdikten sonra, Cafiyem türküsünü duyup duymadığını sordum. Azıcık tökezler gibi oldu, sonra devam etti:
Köşektaş’tan bindirdiler eşeği
Teslim ettim tabancayı fişeği
Sana derim sana gelin Cafiyem
Zaten kalleş Köşektaş’ın uşağı

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

Köşektaş’ın başında naneler biter
Nanenin kokusu cihanı tutar
Sana derim sana gelin Cafiyem
24 sene diyorlar ne zaman biter

Aman Cafiyem de ben vurmadım dayını
Aldılar elimden de şahin avımı
Bir gider de beş ardıma bakarım
Daha gönlüm şu belalı gelinde

İlgim, alakam hoşuna gitmiş olmalı ki, bana çok değişik gelen şu dörtlüğü söyledi. Cafiye Türküsü’yle alakası yoktu ama onu da kaydettim.
Yüce dağ başı da meskenim yurdum
Suları bağlasalar kararmaz derdim
Bir değil, beş değil on benim derdim
Baş verdi yareler sıralandı gel

Ben gene Cafiye’nin hikâyesine döndüm. Şunları anlattı:
“Oğlanın adı belli değil. Bilen yok. Kızın adı Cafiye... Kız kınalı keklik gibi. Güzel mi güzel, keleş mi keleş. Oğlan Cafiye’ye tutkun. Cafiye onu seviyor... Ama kız tarafı kalabalık, arkası kuvvetli. Kızı dışarı vermek istemiyorlar ve dayısının oğluna nişanlıyorlar. Soku’nun başında kız oğlana işmar ediyor kaçalım diye. Oğlan kızı kaçırıyor. Oğlanın belinde beşli tabanca var. Kızın dayıları bunların ardından yetişiyorlar. Kızı oğlanın elinden alıyorlar. Oğlanın tabancasını alacak oluyorlar. Oğlan vermek istemiyor. Alırdın-verirdin derken silah ateş alıyor. Kızın dayısı vuruluyor. Suçu oğlanın üzerine atıyorlar. İspat, şahit, yalan, dolan... Oğlan hapse düşüyor. Kızı da cebri dayısının oğluyla evlendiriyorlar...
Hikâyenin burasında bir dörtlük daha hatırlamış olmalı ki durdu;
Soku’nun başında sen ettin işmar
Dayın vurulunca sen oldun pişman
Sana derim sana gelin Cafiyem
...................................... düşman
(Vuruldu dayın da çoğaldı düşman)*
Ama dörtlüğün sonunu getiremedi. Sustu. Ben üstelemedim.
Cafiyem türküsünün hikâyesi bana göre, benim bildiğime göre böyle...
Kırk bir yıl kafamda ve kalbimde yaşatıp unutamadığım hikâye böyle. Niçin ve nasıl yazmaya başladığımı da anlattım, anlatmaya çalıştım. Belki birileri çıkıp eline diline sağlık, babana, ecdadına rahmet diye dua eder. Bu hayır dualarından birisi dergâh-ı izzette kabul olunur belki... Kim bilir?
Belli mi olur?

 

Editör: TE Bilişim