NENEM Sabire, 'hava da çok sıcak, dikkat et çocuğa, başına güneş geçmesin' diye, söylenerek, üzerimi giyindirdi. Dayımın diktirdiği kumaş, askılı kısa pantolumun üzerine çiçekli, solgun renkli, yakasız, kısa kolluğu bir gömlek giydirdi. Naylon ayakkabımın kitini bağladı.
Mehmet abim, kapının arkasında duran okul şapkasına uzanırken, 'ben hazırım, Hacı sende hazırsan, gidelip' diyerek, bana yöneldi. Şeker Pınar çeşmesinin yer aldığı dedemin evinin avlusuna çıktık. Arı kovanlarının bulunduğu köşeden dışarıya açılan küçük kapıdan, sokağa çıktık. Musalli Emmimin evinin önünden geçtikten sonra, alabildiğine kayalık olan bölgenin üst ve alt kısımları, alabildiğine yeşil bir alandı. O bölgeye doğru tırmanırken, meyve ağaçları, üzüm bağları, neredeyse her ağacın altında okul kasketini sanki 'kimlik' niyetine kullanıyormuş gibi yanlarına bırakmış, kıyfetlerinden ortaokul öğrencisi olduğu  belli olan ağbeylerim, ablalarım, Mehmet abimin tanıkları simalar ellerinde bir taraftan okuyup, diğer taraftan da yazıyorlardı...
Dedemin bağ ve meyvelerinin bulunduğu alanda üzeri ağaç yapraklarıyla kapatılmış, arka kısmı bir kayaya dayalı, ön tarafından iki ağaç dikilmiş, keliğe ulaştık. Kelik içerisinde bulunan makata Mehmet abim yanında getirdiği kitapları bırakıp, armalı okul kasketini keliğin köşesindeki ağaca taktı. Keliğin üst kısmında bulunan çeşmede yüzünü yıkayıp, dönerken, elinde uzun bir sopa, ayağında yaz günü olmasına karşın siyah körüklü çizme, siyaha çalar kahverengi elbisesindeki düğmer, apoleti andıran, sonradan bekçi olduğunu öğrendiğim şahıs belirdi. Beline taktığı kalın kemere iliştirilmiş gabza boştu. Dipçik kısmı kısa, su borusunu andıran tüfeği çapraz takmış amca selam verdi. Mehmet abim, 'aleykümselam' diye karşılık verip, sohbete başladılar. Mehmet abim, kelik kenarına astığı armalı kasketini alıp, bekçiye gösterdi, sonrasında tekrar yerine taktı. Bekçi uzaklaştı. Ağaçların altında ders çalışan öğrencileri tek tek kontrol etti...

KİMLİK YOK!..

O  yıllarda, ortaokul ve Lise öğrencileri açık ve koyu lacivert kasket takarlardı. Ön kısmında bulunan bakırdan mamül arma öğrencinin hangi okulun öğrencisi olduğunu gösteriyordu. Kasket önemliydi. Zira, kaset yanınızda değilseniz, 'öğrenciyim' diyemezsiniz, deseniz bile bunu kanıtlayamazdınız. Herkes tarafından halen 'Mahalle' olarak bilinmesine karşın, Çatak Mahallesi'nin semti olan, ismini çeşmeden alan 'Şekerpınar', her yönü ile meşhur, sınır bölgelerinden birisiydi. Mahallenin en son kısmında dedemin ve dedemin kardeşinin evleri bulunuyor. Şekerpınar Çeşmesi, dedem Tellal Seyfi'nin evinin avlusunda bunuyor. Çeşmenin iki ayrı deposundan birisi hemen avlunun içerisinde, diğeri kardeşi Musalli Çavuşun evinin bahçesinde. Mahalleye adını veren Kayaların görüntüsü güneş vurduğunda tuza benziyordu. Tuzkaya'nın hemen arka kısmında bedemlik. Kırıklı bölgesine giderken, sağ taraftaki tepe ise üzüm bağları ve meyvelikti. Bu bölgelerdeki üzüm ve meyvelere zarar verilmemesi için bekçi bulunurdu. Eylül ayında yapılacak 'bütünleme' adı verilen sınavlara hazırlanmak için bu bölgeye gelip, derst çalışan gençlerin öğrenci olup, olmadıklarını bekçi armalı kasketlerinden tanıyabiliyor. Kasketler kimlik yerine geçiyordu. Kızlı/erkekli herkesin armalı şapkası bulunuyordu...

UYUYA KALMIŞIM...

Mehmet abim, ders çalışırken, kelik içerisindeki makadın üzerine oynerken uyuya kalmışım. Uyandığımda üzerimde bir çul örtülüydü. Gözlerimi ovuşturarak kalktım. Mehmlet abim 'uyandın mı?' sorusuyla, elindeki kitabı yere bıraktı. Makattan indirip, arka taraftaki çeşmeye götürdü. Güneş tam tepemizde duruyor, yakıyordu. Elimi yüzümü yıkamaya çalışırken, çeşmenin önünde bulunan, bağlara su verilip, meyve ağaçlarının sulandığı depoya benzer oluk içerisinde buldum kendimi. Fazla derin değildi ama üzerim ıslandı. Gülmekle ağlamak arasında bir süre bocaladım. Mehmet abi gülerek, yönlendirdi. Bende güldüm. Oluktan çıkartıp, üzerimdekileri çıkarttı. Tekrar havuza soktu. Havuz içerisinde duş alıyor gibi oynarken, Mehmet abim ıslanan elbiselerimin suyunu sıkıp, keliğin farklı bölgelerine güneşin tam gören kesimlere astı. Fazla sürmedi sanırım, giysilerim kurumuş, Mehmet abim beni lülenin önünde yıkadıklan sonra çıkarttı. Keliğe götürürken kurumuştum bile. Elbiselerimi tek tek giydirdi...
Toparlandık, gitmek için kelikten dışarıya çıkarken, ağaçların gölgesinden, üzüm bağlarının arasından armalı kasketleri başında ablalar, ağbiler birer-ikişer yokuş aşağıya iniyordu. Biz de onların arasına karıştık. Mehmet abim, bir kendine bir de bana salkım üzüm verdi, onu yiyorduk. Arada bir ağaçların dallarına uzanıp, meyvesinden, alıp, uzatıyordu. Bu uzanmalar esnasında duraklıyoruz. Durakladıklarımızın birisinde gözüme yarısı yeşil, yarısı kırmızı yerde top halinde duran siyaha benzer benekleri bulunan bir şey takıldı. Mehmet abime gösterdim. Gitti kırmızı olanları kopardı. Bir bölümünü kendi, diğerini ben yedim, çilek olduğunu öğrendim...