Bugün yine içim acıyor. Soğuk elimden tutmuş, rüzgâr olmuş bütün sevinçlerim… Yetişemiyorum…
    Ardı sıra bakakaldığım bütün felaketlerin adı ihmalkârlık olmuş. Oysaki peşinden ne çok koşup gelmek isterdim. Müsaade etmedin, kâfi derecede sevmedin ve kalan hayatında gölgemi bile istemedin. İsteseydin yanında yüreğimi Ankara'nın taşlarına çalmazdın ve parçalanan gövdemi öylesine bir ceset gibi sahipsiz koymazdın. Mesela iki damla gözyaşı dökerdin gidişime, yalandan ellerini başının arasına alırdın, üzülmüş yapardın yüzünü, dudaklarını büzüştürüp birazdan çağlayanlardan boşalırcasına ağlayacakmış süsü verirdin ay tanrıçası duruşuna ve saçını başını yolarmış gibi şöyle bir elinin tersiyle savururdun kızıl yangını saçlarını ama sen gidendin, ben kalan değil mi?
    “Kim kimden gidiyordu? Kim kimden kaçıyordu poyrazlara karışıp?”
    Cevabını yıllarca veremediğim sorular arasında sıkışan, her defasında hortlamak için beynime zonklamalar yaptıran ama benim her dem kaçtığım, kabullenmek istemediğim gerçeklerimin anahtarları olan bu şifre sorular, bana sensizliğin en sahtekâr profesyonel yalanlarına boyun eğmeyi öğrettiler. Öyle ki hepsi birbirinden şekerdiler.
Böylesi yüreğime iyi geliyordu. Kabullenmek ihmalkârlığını ve ihaneti ihsan eyleyen yüreğine, hiçte hak etmemişken terk edilişe mahkûm yüreğime zül geliyordu. Benim dört gözle beklediğim, bir kerecik sarılmak pahasına ölmeyi dilediğim tenine, başımı bir kerecik yaslamak için milyon kere alıştırdığım, kendi uydurduğum tozpembe yalanlarıma gerçekleri haykırmak ağır geliyordu. Bu büyük hayal kırıklığını yaşayamazdım…
    Sonunda “ihmalkârlık” ettim…
    Yalan söylemeyi unutmuşum bu akşam ve gökyüzünün siyah mavisi beni çağırırken gözleriyle “unutmuşum felaketim oluşunu unutmayı” sonra aklımdan çıkan bu unutuluş çemberi beni içine çekti. Her yanda “Kim kimden gidiyor? Kim kimden kaçıyor?” Sesleri yankılanmaya başladı. Kızıl bir yangının müjdecisi gibiydi bu akşam, hiçbir şey yerinde durmuyordu. Tutamıyordum “hayır o kaçmadı, hayır o gitmedi, haaaaayyııııırrr…”
    Şifre sorular beynimin içine geçmişlerdi bir defa ve almak istedikleri ne varsa bu akşam benden aldılar. Sahiden sen miydin gövdemi yerlere vuran ve yerlerde unutan, öylece bırakıp kaçan? Sahi dönmez gözlerle haykıran, ağzından çıkanı kulağı duymayan “o” acı sözlerden ne varsa hepsine bedel “bitti!” Diyen sen miydin?
    Oysaki ben unutmuşum bütün bunları; bir şarkıyla yola koyduğunu, yollara ihmal ettiğin aşkımız sandığım aşkımı kilometre taşı ettiğini, onca yılı kızıl bir yangınla kül ettiğini ve müzik dediğin takur tukur bir gürültüyle dinlediğin, başını bir arabanın camına yaslayıp, birkaç kilometre sonra haklılığını yalan sözlerinle sıvayıp, hayallerden suçsuzluk binaları kurduğunu ve sonunda da ruhunun sükûtunu bulduğunu, hatta cümle aleme ruhsuzluğunu ilan etmen gerekirken; masumluğuna, mağdurluğuna, kalpsizliğine kılıfların en güzellerini giydirip, boyayıp boyayıp onca haksızlık ettiğin yılları, haklıymış gibi yutturduğunu, dahası bir yüreğin felaketi olduğunu unutturmuşsun, yutturmuşsun adı yere batasıca sevdiğim…
    Bizim türkülerimiz vardı, içimizi yakan türküler. Felaketim olduğunu bilmen seni mutlu etse de bil isterim, sen benim yok oluşumsun, sen benim umut türkülerimi, şiirlerimi yerle bir edensin. Dilerim, o gün geldiğinde kâinatın efendisi bir ihmalkârlık yapıp seni unutur inşallah…
    Nerede mi? Hala soruyorsun değil mi?
    Cehennemin en dibinde… Yanacaksın, yandığım gibi… Hiç kıyamadığım gözlerine kıydığım sözlerim için beni affet… Bil ki çıldırırcasına büyüyen bir özlemin yüreğine susamışlığı, acı hasretine susmuşluğunun baş kaldırışı say bütün bu kem sözlerimi ve bil ki özleyen, kaybeden ne yapmaz ki? Hele seni kaybeden?
    Kızıl yangınım hala seviyorum…