Yakar gidersin kirpiklerimi vakitsiz akşamlarda. Kandilim hep sende kalır sonra bulutlu sabahlar zehir zemberek hasretine açar gözlerimi.
    Bilir misin ahraz aşkın dudaklarından neler dökülür konuşabilse? Ya gözleri görmeyen aşık, görebilse? Konuşabilmek, görebilmek kuşkusuz cennete açılan en büyük pencere.
    Nice kahır dolu sensiz gecenin her hangi birinden, karanlığın rahmine özlemin köz olup düşerken yazıyorum ve bu yazmalar son zamanlarda daha çok acıtıyor içimi.
    Gözlerinde hayata sarılmayalı, bir sinemada ellerimizi kavuşturup saçlarını okşamayalı, “gökyüzünde yalnız kalan yıldızlar…” şarkısını birlikte dinleyip hüzünlenmeyeli ve ansızın gönlümden göç edeli hayli zaman olmuş. Sersemletici o baharlar nasıl bitti? Aşkımızı yürüdüğümüz caddeler, sokaklar neredeler? Gölgemizi ayıplayan gözlerden kaçırıp, körpe bedenlerimizi tenha parklarda kavuşturduğumuz, sımsıcak dokunuşlarla ürkek ürkek öpüştüğümüz ve bunu dünyanın sekizinci harikası bildiğimiz anlar, zaman içinde kayıp şimdi.
    Senden hatıra kalan her şeyi kafamın içinde saklıyorum, konuşmaların, “çın çın çınlıyor…” Bakmaya kıyamadığım gözlerin, kalbimin bütün karanlıklarını aydınlatıyor.
    Güneşimsin hala ve yolumu bulduğum ayım. Ne zaman şaşırsam sensiz bu katran karası sokaklarda, gökyüzüne bakıyorum, gülümsüyorsun oradan bana ve işaret ediyorsun; “git diyorsun, daha da git…” Gidiyorum be sevgili ama hani diyorum koluma girsen, öyle uzaktan uzaktan gözlerimi kamaştırmasan hıı…
    Senelerdir dilsiz, görmezim… Dilim sen, gözlerim sen olmuşken nasılda bıraktın gittin. Nereye gittin sevgili? Çok mu uzak oralar? Ekmeğim sendin, tuzum sen.
    Tadım tuzum kalmadı başını alıp buralardan kaçtığından beri.
    Tütünsüz kaldığım geceler oldu, efkârımı sarıp içtim. Kalemimi kalbime batırıp yazdım hasret mektuplarını. Ve cinnet akşamlarda kafamı vurup durdum duvarlara.
    Hiç mi duymadın sesimi, hiç mi rüyalarına girmedi kan çanağı gözlerim ve bu ayrılık hiç mi sızlatmadı kalbini? Sevgili; şarap kırmızı, kan kırmızı, bilir misin kaç kez kanımı içime akıtıp içtim ve kaç şiir biriktirdim; “Gelirsin” adında, sarı sayfalar arasında?
    Yer yüzünde hiç kimsenin yaşamadığı kadar, yıldızlar kadar, hiç kimsenin olmadığı kadar  yalnız bırakıp, yaşarken milyon kere öldürüp de gittin…
    “Sen benim cennetimin penceresini kapatıp da gittin.” Sen beni;  kör, sağır, dilsiz ve yersiz yurtsuz ettin de gittin…
    Ömrümce her saniye ölmeye razıyım ve bütün acılarına… “Yeter ki son bir kez bu ahraz, gözlerinde kalbine olan susuzluğunu  konuşsun…”
    Türküler ölmez oğlum
    Kimi uzakların yakın olduğu, yakınlarında kimi tuzak vurduğu, gölgelerin sessizliğinde açan KARANFİL korkma!”
    Düştüğün bu cendere hayal değil, düş değil. Düşten öte, rüyadan uzak, hayalden yalın, gözden ırak sert bir beste…
    “Oğlum oğlum, güzel oğlum, benim oğlum, yakışıklı oğlum…”
    Kara gözlüm, gülsün yüzün, bahtın açık, yolun darsız, kışların karsız olsun. Karanfil kokulum, oğlum, korkma! Sert iklimlerin oyunlarına aldırma. Sen uzakları yakın eden, bütün karaları beyaza çeviren, bazen uzun hava, bazen bozlak ama her zaman yalın ayak, yürekleri hoplatan, göz pınarlarını dolduran, taşıran, sevgiyle hayata bağlatan, ömre ömür katan, tarhana çorbası kadar sıcak, anamın bol domatesli, biberli, kuru soğanlı bulgur pilavı kadar lezzetli, anam kadar şefkatli, büyük babam ve babam kadar mert ve sinemi onmaz yaralara salan, o yaralardan aşıran, lezzetten lezzete bandıran, tarifi çok güç; tuzu biberi tam yerinde öyle büyük, öyle güçlü, öyle güzel bir türküsün ki, korkma! TÜRKÜLER ÖLMEZ OĞLUM…
    Cahil kaldırımların arşınladığı bütün korkular ve bütün cahil kaldırımlar, süzme yalanların ve düzmece duyguların ipine tutunmuşlar sonra bırakmışlar ipleri ipsizler. Öyle ki, pudra şeker kıvamında, beyaz toz bulutu dudaklarının kenarında, topuk paslarında vurmuşlar bütün toplara. Pası bekleyen kol başı, kırmızıyı görmüş, tamda golün üstünde, topun dibinde, kalenin karşısında…
    Göğüslediğin, ayağının dibine indirdiğin, kontrolün sende olduğu hiçbir toptan korkma oğlum. Vur! Öyle vur ki; tamda doksana takılsın bütün çıngırak kokusu pusular…
    Sırtını sakın kimseye dönme, dostum deme, aynı karında yatmadık ama kardeşiz deme, an gelir sırtın yerden kalkmaz oğlum.
    Fakat sen yine de korka! Müsterih ol, hayatın hain gergefinde nice pusuların seni beklediğin bil ve sakın şaşırma, kol bastı şımarmalara aldırma! Anadolu ağzıyla “itin kavurga yediği gibi” laf cambazlığı yapanlara, kültür erozyonlarında, oraya buraya salınan, onun bunun ipine takılan ve kendine has duygularmış gibi, teneke seslerini bir millete mal eden aymazlardan yılma oğlum.
    Onlar ki, dün yoktular, her ne kadar bugün gölgelerin dilberi, sokakların bezirgân başları ve renkli dünyaların sür manşetleri görünseler de yarın olmayacaklar, yaptıkları bütün kepazeliklerden onmayacaklar emin ol oğlum…
    Sen Türk'sün, sen bir milletin en önemli temeli, köküsün, sen Türkü'sün oğlum… Türküler ki, ne zaman uzun hava düşseler yüreklere, ne zaman bozlak bir havada hüzzam hüzzam gelseler; yer gök “ALLAH” nidalarıyla inler oğlum… Unutma! Yerin ve göğün yedi katında milyarlarca “SIR” var, gözlerini ve kalbini gafletten uyandır, “GÖR OĞLUM”…
    “Ahim gibi ah var mi acep ah'lar içinde? Varsa eğer ah etmeyeyim ömrüm içinde, bu ah beni öldürecek yâre götürse, billahi yine ah ederim kabrim içinde…”
(Bilgi-Kaynak: Makam Hüzzam, Güfte ve Beste Osman Nihat Akın)
    Biliyorsun artık türküler ölmez oğlum…
    Korkma! Aslın, yarınları tesciller, yarınlar sende oğlum…
    Karagözlüm gülsün yüzün, Allah bahtını açık etsin, yakışıklı benim aslan oğlum…