ÖĞRENCİLERİ ile vedalaştı. Mustafa’ya seslenerek;
-Mustafa, seninle  konuşacaklarım  var, diyerek sınıfta kalmasını söyledi ve diğer arkadaşlarına dönerek;
-Zil çaldı, sizler gidebilirsiniz, dedi.
Öğretmen, heyecanlı hareketlerle  ayakta  duran Mustafa’ya dönerek;
-Mustafa, sana karşı ayrı bir sevgim var ve senin samimi oluşun, sormadan cevap vermeyişin çok hoşuma gidiyor. Ya susuyorsun yada  konuştuğunda ne pahasına olursa  olsun  doğruları  söylüyorsun,  dedi.
Mustafa şaşkınlıkla öğretmenini  dinliyordu. Öğretmen, aldığı nefeslerini tazeleyerek ve sağa sola yavaş gezintiler yaparak kendi kendine;
-Yanlış mı yapıyorum acaba? deyip, duygularını kontrol etmeye çalışıyordu.
Öğretmen:
-Mustafa!. dedi, soluklandı ve eliyle  işaret ederek;
-Yukarıdaki şu tek evin penceresinde devamlı duran bir kız… var, onun hakkında bana biraz bilgi verebilir misin? dedi ve derin bir oh çekti.
Mustafa:
-Gülbahar ablamı mı soruyorsun? dedi.
Öğretmen:
-Gülbahar  mı?
Mustafa:
-Evet, onun ismi Gülbahar, köyün en güzel kızı,  dedi. Cebinden bir mektup çıkartarak:
-Gülbahar ablam babasıyla birlikte bugün İstanbul’a düğüne gitti. Bu mektubu da sana vermemi söyledi,  dedi.
Mustafa öğretmenini çok şaşırtmıştı.
-Gülbahar ablam hakkında öğrenmek istediklerinin hepsi o mektubun içinde var,  dedi.
Oradan ayrılmak için müsaade istedi ve öğretmenin gözlerine bakarak  mırıldandı:
-Sormaz ki bilsin, bilmez ki  sorsun...
Öğretmenini  mektupla  baş başa  bırakarak  okuldan koşarak  ayrıldı.
Öğretmen,  mektubu  çıtır tadarak  açtı  ve  önünde   duran sandalyeye  yarım  bir  şekilde  sekilendi. Mektubunun  içinden  çıkan gül  yapraklarını  eziyet  vermeden  eliyle  alıp masasına  koydu.  Mektubun  üzerindeki  tarihi  okudu  ve kendini  tamamen  mektubun  içinde  hissederek  devam  etti.
GÜL BAHAR’IN MEKTUBU            
Öğretmen  olmayı  çok  istiyordum.
“Kız  çocukları  okur  muymuş?...” diyerek  babam  beni  okula  salmadı.  Biz de  “Anaya, babaya  saygı  başta  gelir  onlar ne  yaparsa doğrusunu…  yapar”  diyorduk.
Sekiz  yaşlarında  idim,  okulu  ve  bahçesinde oynayan  o çocukları  çok seviyorum.  Bu  yüzden  olacak ki, okulun yanında  bahçemiz  var. Her  gün  olmasa da  haftada  bir  kaç gün   kendi  bahçemize  gider,  ayva  ağacı  okul  bahçesine yakın  olduğu  için  ayva  dalına  çıkar  ve  saatlerce  öğretmenleri çocukların  oyunlarını  seyrederdim.
Yine bir gün, o ayva dalına çıktım.  Kızların ip atlayışlarını ve erkek çocukların  koşuşmalarını  seyrederek kendimi  adeta  onların  arasında  koşup  geziyormuş  gibi hissediyordum.
Babam yanıma gelmiş, hiç görmedim.  Bana seslenerek;
-Ne  yapıyorsun!....  dişi  kediler  gibi  dalın  başında? diyerek  kalın  sesiyle  kükredi ve ben bir an  panikleyerek  çok  korktum  ve  korkudan  ayva  ağacından  aşağıya  düştüm. Kendimi  kaybetmiş  ve  bayılmışım.  Beni  eve  götürmüşler, orada  da  ayılıp  kendime  gelmeyince  vilayette  devlet  hastanesine  götürmüşler.  Aylarca  hastanede  kaldım.
Netice olarak, boynum kırılmış ve boynumdan aşağısı felçli!... olarak yaşamaya başladım. Ellerim, ayaklarım  bana küstüler,  benimle  konuşmuyorlar.  Beni de  her  zamanki oturduğum o pencerenin önüne annem getiriyor. Sonradan  edindiğim  dostlarım  serçelerle  gökyüzünde dalgalanarak  uçan  güvercinlerle  dostluklarımızı  geliştiriyor ve  onlarla  oyunlar  oynuyorum.  Penceremin  önünde  gördüğün kırmızı  açan  gülleri  göz  yaşlarımla  suluyor  ve Ulu  Tepe’de  kına  rengi  kayanın  yanına  giderek  kaybolan evladı  için feryat  eden  babayı  seyrediyordum.  Taa ki,  kar taneleri  seni benim  karşıma  getirene kadar...
Söyle öğretmen, hiç elinden bir kuş  kaçtı mı? Benim gönül  kuşum  kaçtı. O da  kanatlanıp  uçarak  sana  kondu.  Ona iyi  bak,  olmaz  mı?  Yem  istemez,  su  istemez... Onun  tek  isteği var, o da  Sevgi ve ne olur onu incitme. Eğer istemezsen gönül kuşumu uçur,  o geri gelir.
Selam  ve  duayla kal.
 Selam ve dualarımla.