SARIKAMIŞ’ta yaşanılanların canlı şahitlerinden birisi de Yozgat nüfusuna kayıtlı. Sarıkamış’ta yaşanılanları torunu Yaşar Kılıçarslan’a anlatan Gazi Hüseyin Kılıçarslan, soğuk gecenin sabahında ‘‘ne koğuşlardan, ne de siperlerden çıt çıkmıyordu, soğuk havaya yenik düşmüş bir ordudan geriye sadece 8 kişi kalmıştık’’ diye, özetledi, o günü, o anı. Gazetemiz yazarı, araştırmacı Osman Karaca, Gazi Hüseyin Kılıçarslan’ın anılarını torunu Yaşar Kılıçarslan’dan dinledi. Dedesinin anılarını not alarak, bugüne kadar saklayan Yaşar Kılıçarslan, dedesinin anlatımı ile Sarıkamış’ı aktardı. Gazi Kılıçarslan, ‘’Donmuş topraklarda siper kazmak, tırnaklarımızla kaya oymak gibi bir şeydi. Nöbet tutmak ise ölümle burun buruna gelmekti. Yakınlarda düşman bulunmamasına rağmen, soğuk ve ayaz düşmanlık görevini üstlenmiş gibiydi. On dakika hareketsiz kaldığında zaten ölümü çağırmış oluyordun. Bu yüzden siperlerde uykuya dalıp, bir daha hiç uyanmayan askerlere her gün rastlıyorduk. Ölen askerlerin çoğu, oturur vaziyette donmuş olarak bulunuyordu’’ dedi. Komutanların kendilerini sürekli uyardığını vurgu yaparak, “Nöbete gittiğinizde sakın ha sakın oturmayın, oturursanız uyursunuz. Uyursanız ölürsünüz!, diyorlardı. Bazen nöbette ölürsem öleyim, diye düşünüyorsun, tam dalıyorsun, ecelin gelmemiş olacak ki bir nida ile, ‘Kalk uyuma, dolaş biraz, henüz ecelin gelmedi, gözlerini açık tut!’ gibisinden sesler fısıldıyor gece ayazı. Uyumamak için kendimi defalarca tokatladığım aklıma geliyor’’ ifadeleriyle, komutanların uyarılarını aktardı. Gazi Şıh Hüseyin, Üst Teğmen torunu Yaşar’a dönüyor, “Bu uyku meselesi çok önemli haaa! Yarın askerlerine, çocuklarına bu acı gerçeği iyice anlat, anlat ki onlar da bilsinler, soğuğun ne hain bir düşman olduğunu” diyerek ikazda bulunduğunu aktardı. Gazi Kılıçarslan, ‘’Yoğun kar yağışı, tipi ve aşırı soğuk amaçlarımıza set çekmişti. Bir adım dahi ileriye adım attırmamıştı. Geçen zaman zarfında planlarımızı öğrenen Ermeniler ve Rus ordusu, karşımıza asker kaydırmışlardı. Onların sırtlarında yün kumaştan dokunmuş elbise, bizdeki ise kaput beziydi, onların ayaklarında potin, bizimkinde ise çarık vardı, onların kafalarında kulaklarına varana kadar örten kürklü papak, bizde ise kabalak. Bu ölüm soğuğundan onlar da çok etkilenmiş olacaklar ki, karşımıza geldiklerinin ikinci gecesi ateşkes istemişlerdi. Cehennem soğuklarının ilk gecesinde takım komutanım beni de yanına alarak nöbet yerlerini gezdik. Nöbetçi askerleri uyutmamaya çalıştık. Biz nöbet yerlerine vardığımızda birçok askerin donarak öldüklerini gördük. İkinci gecede takım komutanım beni koğuş nöbetine verdi. Hiç uyumadan koğuş nöbetimi teslim ettim. Koğuşların içi de buz gibiydi. Kırk kişilik koğuşlarda ikişer adet soba vardı, fakat sıcaklık içeriye hiç hayır etmiyor, içerinin dışarıdan pek farkı olmuyordu. Donma ve ölüm vakaları koğuşlarda da yaşanıyor, nöbetlerim esnasında uyuyan askerlerin nefeslerini kontrol ediyordum. Buna rağmen ölümlerin önüne geçemiyordum. Bir gece bir baktım askerin bedeni buz kesilmiş, elimle iteledim ise de çoktan ruhunu teslim etmişti. Bir diğeri ise tam ölüm uykusuna yakalanmıştı ki, hırpalayarak hatta tokatlayarak ölüme teslim olmaması için uyandırmak zorunda kaldım. Bu durumu koşup Çavuşuma haber vermek istedim, ‘Çavuşum, çavuşum!’ ses yok, baktığımda onun da donarak öldüğünü fark ettim. Neredeyse delirecektim. Hemen diğer koğuşlara koştum nöbetçilere haber vermeye çalıştım, diğer koğuşlarda da durum tam bir felaketti. Tekrar kendi koğuşuma döndüm, herkesi uyandırmak zorunda olduğumu düşündüm ve deli gibi, koğuş içerisinde bağırıp çağırmaya başladım. Eğer uyanmazlarsa tümü ölecekti. Benim bu haykırışıma iki kişi tepki verdi. ‘Arkadaşlar Allah'ınızı severseniz kalkın, arkadaşlarınızı uyandırın, hepsi ölüyor, hepsi ölüm uyuşukluğu içine girmişler, ne olur bana yardım edin. Nefes alabilenlerin üzerilerine ölen arkadaşlarınızın kıyafetlerini, battaniyelerini örtün” diye yalvarıp durdum’’ ifadelerini kullandı.
ALLAHIM RÜYA OLSUN
Arkadaşlarının gözlerimin önünde bir bir donarak öldüklerini, kendisinin hiçbir şey yapamamasından yakınan Gazi Kılıçarslan, ‘’Allah'ım ne olur bu bir rüya olsun, ne olur biri beni bu kâbustan uyandırsın!” diyerek, uyandıramadığı arkadaşlarının değil de kendisinin ölüm uykusunda olmasını temenni edip, birilerinin kendisini tokatlayarak uyandırmasını istediğini kaydetti. Gün ağarmış, sabah olduğunda her şeyin gözler önüne serildiğini aktaran Gazi Kılıçarslan, ‘’Ne siperlerden ne de koğuşlardan çıt çıkmıyor, kimseler ortalıkta gözükmüyordu. Dışarı gündüzdü, fakat ölüm sessizliği sarmıştı Allahüekber Dağlarını. Karla, buzla yüklü dağlar yapacağı en büyük düşmanlığı yapmış, Vatan, namus ve dini uğruna buraları savunmaya gelen yiğitlerin her birini siperlerde kutsal abideler haline getirmişti. Dünyanın yenemediği, Rusların bile diz çöktüremediği, Takımım, Bölüğüm, Alayım bu felakete teslim olmuştu. Hayatta kalabilen birkaç kişiydik. Bir oraya bir buraya koşarak canlı bedenler nefes alıp verebilen yüzler aradık. Kimseden ses çıkmıyordu. Benim gibi bağırıp çağıran iki ya da üç kişi daha vardı, onlar da şaşkınlık içerisinde sesleri titreyerek bağırıyor, Allah'ını seven ses versin diyor, ağlıyordu. Toru topu beş kişi hayatta kalabilmiştik, onlardan biri de Yüzbaşıydı. Bir araya geldik, koğuşları ve mevzileri bir kez daha dolaştık. Henüz donmamış üç kişiye daha ulaşabildik. Koskoca Alayımızdan sekiz kişi kalmıştık, geri kalanların tamamı subay, astsubay, er ayırt etmeksizin sonsuz uykuya dalmışlar, onları bir daha uyandırmak da mümkün olmayacaktı. Sağ kalan yedi asker bir yüzbaşı toplanıp içtima ettik. Adının Kazım olduğunu söyleyen Yüzbaşı, silahlarınızı da yanınıza alarak beni takip edin dedi. Kazım Bey önde biz arkada bir dereye indik. Burada oldukça güçlü bir akarsu yatağı vardı o bile donmuştu. Buz üzerinden yürüyerek suyun karşısına geçtik ve Yüzbaşı bize burada mevzi aldırdı’’ ifadelerini kullandı.
SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİ ANILDI
SARIKAMIŞ şehitlerimiz 105’inci yılında anıldı. Osmanlı ve Rus İmparatorluğu arasında Sarıkamış’ta gerçekleşen kara çatışmalarından biri olarak tarihe geçen savaşta, On binlerce asker ve sivilimizi soğuktan şehit verip, Allahüekber Dağları'na emanet edişimizin üzerinden tam 104 yıl geçti. Hemen her aileden bir şehit verilmişti. 1914 yılının Kasım ayında Azap ve Köprüköy, Rus orduları tarafından saldırıya uğradı. Ancak saldırıyı 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa püskürtmüş ve Rus ordusunu dağıtmıştı. Harekatın amacı, dağılan Rus ordusunu tamamen yok edip, Bakü petrollerine ulaşmak, Alman İmparatorluğu’nun sanayi ihtiyacını karşılamaktı. Aynı zamanda 1877 yılındaki 93 Harbi’ni Osmanlı İmparatorluğu’nu kaybetmiş ve Batum, Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin Ruslara verilmişti. Toprakları geri almak amacıyla 1914 yılında dönemin Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, 19 Aralık tarihinde ‘Sarıkamış Harekatı’ planlarını kurmaylarına sundu. İlk iki günü başarıyla geçen taarruz sonrasında olumsuz hava koşulları nedeniyle seyrini değiştirdi. Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar, yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 60 bin Osmanlı askeri donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklardan dolayı hayatını kaybetti. Bu harekatta Ruslar da 32 bin askerini kaybetti. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına göre, Sarıkamış'ta Osmanlı zayiatları 60 bin ve Rus zayiatları 30 bindir. Savaşın en hazin kısmı ise Osmanlı kayıplarının bir çoğunun Ruslar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır soğuk hava koşulları yüzünden ölmesidir. Ruslar; Türklerden 200 subay, 7 bin eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardı. 5 bin kişi civarında esir alınmıştı.