Gün geceye küsünce güneş ağlarmış doğmak için ve gece güne küsünce şeytan doğarmış bütün yüreklere. Pas kangren yapmaz diyen cüce huy, huysuzluk edermiş boylu ve soylu akıla. Gönül aldırmaz diyen halt eder, boyun bükermiş sonra göğsünden kesilip atılan aşka. Aşk düştüğü yerde can verirmiş, beklemezmiş sevgi gelirde merhem olur diye. Durmazmış vicdan, göğüs gersin diye ve hemen ölürmüş aşk düştüğü yerde.
    Doğuştan sevdim seni ben, doğduğum gün güneş ağlamış, gece, güne isyan etmiş ve yolsuz sevdaların beşiği şeytanın kalleş kucağı olmuş. Senede bir gün doğmalar, birkaç senede bire çıkmış ve aşk sancıların en büyüğünü yüreğime yoldaş etmiş. Emeklemelerimde yürümenin ne demek olduğunu, yazmanın, söylemek olmadığını ancak kaybedince anlamış yüreğim.
    Alev alev büyüyen çocukluğum; üzerimden mektepleri ve adamın adam olduğu yeri, askerliği ömrümün birkaç yılından sonra terhis ederken, nice defterler bitirdim onmaz aşkınla, nice defterlere yazdım adını kanımla ve nice şiirler tükendi ardın sıra.
    Kim çıktıysa karşıma adını koymadım adının yanına, kar etmedi hiçbir sevda sevdanın yanında. Öyle fakir, öyle acizdiler ki, görsen bir iki damla sevda dökerdin kirli avuçlarına.
    Tam on beş koca sene bitti ama ben seni hiç unutmadım, unutamadım “Özge'm…” Ne karanlığa, ne şeytanın yancılarına anlatmadım içimin katran karası, taşlaşmış hüzün gözyaşlarımı. Emin ol acılarımdan bir tanesine tutunsan, taşır bütün acılarını.
    Ne zaman gönlünün kapılarını çalsam, ne zaman ansızın karşına çıksam benden bir haberdi yüreğin. Ne zaman bütün cesaretimi toplayıp “seviyorum seni” desem gönlünün kapıları üzerime yedi kat kapanıyordu. Bütün bunlar yüreğimde canlanıyor ve oracıkta karanlığa teslim oluyordu. Bir türlü aydınlığa çıkamıyordu yüreğim. Yüreğim, yüreğine rehindi ama yüreğin bilmiyordu.
    Doğmak istedim simsiyah bir gecenin içinde, güneşe ramak kala hayal kurmayı bırakıp gerçeğe döndüm yüzümü. Aradım sonra yüreğini. Yüreğin bana küsmüş, yüreğin benden şeytana kaçalı yıl olmuş.
    Kaldım öylece; bir sesin tarifsiz pas kokulu arasında saatlerce. Sonra şehir göçtü üzerime. Karanlık geçti iliklerime, boynuma kadar çamur, boyum kadar çukur oldu benden geçişin ve en sonunda gömdüm Koray'ı, senin görmediğin, hiç bilmediğin denizlere.
    Başımı göğe çıkartmak isterdim buğday misali, bilirsin buğday sağlam toprak ister, öyle her toprakla hasbıhal etmez ve başını göğe çıkartmaktan hiç korkmaz. “Gövdemi budarlar mı, toprağımdan kökümü ayırırlar mı?” Hesabı yapmaz.
    Ölmek ya da kalmak onun için ne edepli, ne edepsiz bir sondur. O korkusuz bir şövalye, o imdatsız maharetli cesur bir yürektir. Göğe başını çıkartınca ölmekte birdir, kalmakta. Lakin bir kere olsun gözlerini güne salmak ve bir kere olsun ay yüzüne bakmak ister. Sonra ölmüş, kalmış umru değildir…
    Özge'm yıllar sonra elini ilk kez tuttuğumda, yaşadığım sensiz simsiyah ayrılıkların bir anını bile hissetmiş olsaydın, yok yok Koray'ın bu an için nelere katlandığını bilseydin, şeytana pabuç giydiren yüreğinden nefret ederdin.
    Öyle ki, yanmakla, yaşamak arasında “o” ince çizgide sallanan yüreğim, tarifsiz acıların içinde milyon imdatlarda, avaz avaza acı iniltilerini, hüsran naralarını, acı pençelerini yüreğine yapıştırsaydı inan duramazdın, kaçamazdın, başkasının asla olamazdın Özge'm.
    Bir adım ötemde şeytanla evcilik oynuyorsun, bir gün yanacağından habersiz. Ben can suyun olarak hazırda bekliyorum, yanan yüreğine yağmak adına.
    Yüreğimde saklı sonbaharım, Özge'm bil ki; Koray'ın seni seviyor, her türlü acıya, yanmaya rağmen.
    Kavuşamayan büyük aşklar için günlüğünden...