MEVSİMLER  nöbet  devredercesine  vedalaşıp, bir  yıl  sonra  buluşmak  üzere  sözleşiyor. Yaşanan  ömürleri de  düven  dişleriyle  ezdirip  hasat  yelleri  savuruyorlardı. 
Soğuğuyla,  bol rahmeti ve bereketi  ile geçen kış ayları  yerini  yeni  rahmete  ve  bereketlere  gebe kalan  bahar  yaz aylarına  bırakmış...
Gökyüzünün  parıldayan ışığıyla  ve  güneşin  gülümseyerek  cömertçe  sergilediği sıcak  dolu sevgilinin   sevgilisiyle  buluşurcasına  tüm  canlı  ve  cansız  varlıklarla   kucaklaşarak    hasret  gideriyordu.
İki köyün ortasındaki Pisikkayası.. denilen yere gelmiştim. Dereden sessiz sedasız akan suyla ellerimi, yüzümü bir güzelce yıkayıp, biraz ilerde bulunan ağaçların derin gölgesine sırt üstü yatarak yorgunluğumu atmaya çalışıyordum.
Bir taraftan da beni sıcaklığıyla yakıp kavurarak  takip eden Güneş’i seyrediyorum. Sanki benden korkmuştu.  Çünkü  bir anda benden uzaklaşıp, taaa uzaklarda gökyüzünde süzülüp duruyordu.
Her neyse gökyüzünde o süzülerek, yakıcı sıcaklığıyla görevini yapadursun, bizim yapacak işimiz ve sorumluluğumuz var diyerek ayağa  kalktım.
Dinlenmiş ve rahatlamıştım.
Sessiz, süzülerek  akıp giden incecik  sudan atlayarak karşı tarafa geçmek istedim.
Oda ne! Kocaman bir karınca yuvası, bir sürü karınca, biri geliyor diğeri gidiyor...
Belli ki kış gelmeden harıl harıl çalışıp yiyecek stoku yapıyorlardı.
Uzun bir de yol güzergahı ayarlamışlar. Uzaklardan getirdikleri yiyecekleri yuvalarına koyarak, belki de benim gibi dinlenmeden yaptıkları işin sorumluluk bilincinde olarak görevlerine devam ediyorlardı.
Her şey iyi, hoştu ama… beni tedirgin eden bir şey vardı.
Zorda olsa üzerinden karşıdan karşıya geçtikleri küçük odun parçası...
Karıncalar ona tutunarak  akan sudan karşı tarafa geçiyorlar.
Arada bir esen  rüzgar, küçük odun parçasını sallıyor, karıncaların bir çoğu taşıdığı yiyecekle birlikte suya düşüyor.
Diğer karıncalar, bu suya kapılıp giden arkadaşlarına yardım edememenin  acısıyla onları seyrediyorlardı.
Arada bir de bana bakıp; “Ne olur bize yardım et.” der gibiydiler.
Ben olanları anlamıştım.
Derhal harekete geçerek, etraftan odun parçaları toplayarak dört parmak  genişliğinde ve karşı tarafa uzanan bir köprü yaptım.
Köprünün üzerini de çamurla sıvayarak bir güzel yol yapıp tamamladım.
O odun parçasını da karıncalarla birlikte yavaşça alarak yaptığım köprünün üzerine koydum.
Onları gidiş yollarına doğru yönelttim, işler yoluna girmişti, rahatlıkla karşıdan karşıya geçiyorlardı. Onların mutluluğunu ve sevincini görebiliyordum.
Ağızlarında getirdikleri buğdayları, benim yatarak onları seyrettiğim tarafa koyarak bir de gözümün içine bakıyorlardı. Bana; “Sağol, ellerine kollarına sağlık.” der gibiydiler. Ben de yaptığım İşin mutluluk ve sevinciyle ayağa kalkıp, Güneş’in yakıcı sıcaklığına ve yolların taşına, toprağına aldırmadan, arada bir tek ayağımın üzerinde sekerek  dayımların köyüne… yani Yudan köyüne gelmiştim.
Dayımlar evde yokmuş. Bağlarına gittiğini öğrendim.
Evlerinin önündeki pınardan su içip, yüzümü yıkadım. Daha sonra dayımların bağlarına doğru gitmeye başladım.
Bir taraftan da bu  köye satılan Gümüş köpeğimi  düşünüyordum.
Köyün çıkışındaki evin avlusunda üç tane köpek yatıyordu. Biraz daha yaklaştım, evet birisi Gümüş’tü.
Fazla yaklaşamıyordum, aradan geçen aylar sonra  beni unutmuş olabilirdi.
Ya beni boğarlarsa? Çok korkuyordum. Ne pahasına olursa olsun, Gümüş köpeğime hafif hafif seslendim.
Kafasını yattığı yerden kaldırıp, bana doğru koşarak geliyor!.. Ben de bağırarak kaçıyorum... Arkamdan atlayarak beni yere yatırdı.
Beni boğup  ısırır diye düşünürken. Adeta o beni yalıyor ve sevincinden bana her türlü oyunlar sergiliyordu, ben de onu kucakladım.
Dayımları falan unutarak, Gümüş köpeğimi de alıp bizim köye gerisin geri döndüm.
Annem bizi gördü. Sanki ahret soruları soruyordu. “Satılan köpek geri getirilir mi? şimdi biz onlara ne cavap vereceğiz'' vs…
Annemin sorularına kafamı sallayarak cevap… veriyordum.
 Selam ve dua’larımla.