MİLLETÇE en kolay yapabildiğimiz şey problemlerin tesbitidir. Lakin çözüm üretme konusunda tembel olduğumuz aşikardır. Yıllardır gözümüzün önünde cereyan eden göçler ve ahlaki erozyona karşı tedbir almayı ya düşünmemiş ya da başaramamışız. Nitelikli nüfusun ülkeden kaçışına engel olmayışımız da başlı başına ayrı bir konudur. 
Osmanlının son döneminden bugüne aydın terimi üstüne çok şey koymadan yerinde saymış, bazı bohem zevklerin etkisi altında suni bir edebiyat, suni bir sinema üretmekten öteye geçememiştir. Ortaya konulan eserlerin bir çoğu da taklitten ibarettir. Türk aydınının bu zaafiyeti siyasetin işine gelmiş ve gelmeye devam etmektedir. Muktedir olsun olmasın görevi sadece oy almak olan siyasetin ise halkın "ahlaki refahı" ile ilgilenmeye zamanı yoktur.
Siyasetin ve aydının bu kadar meşgul olması sebebiyle halkın aydınlatılması konusu Sivil Toplam Kuruluşlarına kalmış gibi görünse de ister taşrada ister büyük vilayetlerde o koltukların sahiplerinin de hep aynı kişiler olması ve babadan oğula tarzında bir saltanatla idare edilmesi meseleyi bu açıdan da akim bırakmıştır. Laf kalabalığı ederken bile, halkı bir "sürü" ve idarecileri de "çobana" benzeten bir anlayışın hüküm sürdüğü, el pençe divan durulan bir ülkede yaşıyoruz. 
Teknolojik, ekonomik hatta teolojik dönüşümün çok hızlı yaşanmasına rağmen bilincin dönüşememesi bizi nereye götürmektedir? Çok katlı binalarda katledilmiş "komşuluk", ırzına geçilmiş "ahlak" ve hasta yatağından kalkamayan "aile" kurumu  hangi mahkemede beraat edecek ve ait olduğu sosyolojiye kavuşacak?
Sorular, sorular, sorular.. Günlerce sorulsa bitmeyecek sorular ve hergün biraz daha çetrefilli hale gelen sorunlar. Seksenlerden itibaren bir ticarethane havasına bürünen eğitim sistemi bugünkü eğri büğrü sosyolojinin  yegane sebebidir. Okuma/yazma öğretmekten öteye gitmeyen müfredat ortaya ne dediği pek anlaşılamayan bir nesil çıkarmıştır. Bir insan kendini ifade etmekten ne derece yoksun ise idrak etmekten de o derece yoksundur. Algılarına hakim olamayan insan istek ve ihtiyaçlarını belirlemeye de muktedir değildir. Örneklersek eğer markete soğan almaya giren bir kişi elinde birkaç poşet kişisel bakım ürünü ile dışarı çıkmaktadır. Tüketim algılarının bu derece savruk olmasında etkili olan televizyon yayıncılığı da yine eğitimsiz toplum üzerine kurgulanmıştır. Yıllardır izlenen yayın politikası temel ihtiyaçlara değil de lüks tüketime yöneliktir. Şimdi yazının bu noktasında toplumun özelliklerini belirleyelim:
-Eğitimsiz birey
-Lüks tüketim 
-Düşük gelir
-Vasat derecede sanat
-Zayıf ahlak
-Kalitesiz siyaset
Çözüme yürümek için önceliğimiz eğitim olursa diğer toplumsal özellikler kendiliğinden değişmek zorundadır. Lakin bu değişiklik birilerinin işine gelmeyecektir. Örneğin bize elektronik tedarik eden herhangi bir ülkenin  ticaret hacminin daralması ki dış güçler tarifi bu minvalde yapılırsa daha açık olacaktır, o ülkenin bizim  açımızdan tehdit oluşturması durumu ortaya çıkacaktır. Uluslararası pazarda etkili olan bu büyük ülkelerin bize açıktan savaş ilan etmesini beklemiyoruz ama içeride taraftar toplamaları ve küçük operasyonlarla halkı etkilemeleri mümkündür. Burada yine devreye eğitim girmektedir. Eğitimsiz bir kitleyi her mecraya sürüklemek çok kolaydır. Eğitimsizlikten  kastım cehalet değil, herkes bir şekilde diplomaya layık görülmektedir bugün. Tek başına diploma eğer bir işe yarıyorsa koltuklara diplomaları oturtun gitsin.
Sonuç olarak toplumsal bir dönüşüm için insan kalitesini yükseltmek zorundayız ve bunun başlangıç noktası da eğitimdir. Geçmiş nesillerin olumsuzluklarını masaya yatırıp, bu olumsuzluklardan arındırılmış yeni bir eğitim programı ile insanımızı dönüştürmek çok da zor değildir. Eğitimi düzelttiğimiz takdirde herşey yeniden şekillenecektir. Benim kitlem az bilsin, beni bilsin ve sözümü dinlesin mantığının bizi getirdiği yer bellidir. Yeni parolamız "benim kitlem okusun, öğrensin, beni sorgulasın ve hedeflerimizi beraber yükseltelim" olsun. 
Sağlıcakla kalınız.