SORUMLULUĞUNUN bilincinde olan bir baba, evladına yaşamı anlamlı kılmanın en iyi yolunun insanlığa faydalı işler yapmaktan geçtiğini vurgulayarak anlatır, alınan her nefesin bir bedeli olduğunu söylerdi. 

Oğlu ise, babasının sözlerini kulak ardı yapar, “nasıl olsa gençliğim var” diyerek babasının söylediklerini savuşturup geçerdi.

Zamanın su gibi akıp gittiğinin farkında bile değildi. 

Zamanla çoluk çocuğa karışmış, geçim derdine düştü. 

Babası oğlunun bu vurdumduymaz tavrına üzülüyor, azar işiteceğini bildiği halde “ne olur oğlum borçlarını erteleme, hangimizin ne kadar ömrü var onu ancak Allah bilir, biriktikçe ödemekte zorlanırsın” diyordu. 

Daha yaşı kırka bile gelmeden bir kez bile dinlemediği babasını toprağa verdi. Ölüm habersiz gelen bir misafirdi. Hem de geleceğinden hiç birimizin şüphesi olunmayan bir misafir. 

O gelir, emanetini alır ve giderdi. 

Aradan yıllar geçtikçe babasının o ısrarlı sözleri kulaklarında çınlamaya başladı.

Keşke bir kez, bir kez olsun sözünü dinleseydim” diyerek benliğiyle savaştı, geçmişinden hayıflandı..

Kendini her çaresiz hissettiğinde babasının mezarına gidiyor, içindeki yangını gözyaşlarıyla söndürmeye çalışıyordu. 

Geç vakit evine döndü, birikmiş borçlarını nasıl ödeyeceğinin hesabını yapıyor, bir türlü içinden çıkamıyordu. 

Uzandığı kanepede yorgun ruhu uykuya dalıp gitti. Birden başında heybetli bir zatın beklediğini fark etti.

Kimsin” diye sordu. 

Gelen Azrail’di. 

Kendisini tanıttı ve emanetini almaya geldiğini söyledi. 

Nutku tutulmuştu. 

Azrail’e tek kelime bile edemedi. 

Sıra hesap görmeye geldiğinde tir tir titriyor, kendi kendine “daha benim yaşım çok genç, hem ödenecek o kadar çok borcum var ki” diye düşünmekten kendini alamıyordu.

Onun ne düşündüğünün ne anlamı vardı ki. Vakit tamamdı.. 

Sorgu melekleri merhuma ait sevap ve günah defterlerini getirdiler. 

Önce sevabına bakıldı. O başını eğmiş borcunun farkındaydı. 

Hep, ertelemiş hiç, ödeme yapmamıştı. 

Günah defterini açan diğer melek, dosyasının oldukça kabarık olduğunu ve günahlarına kefaret hiçbir sevabının olmadığını fark edip, koluna girerek cehennemin yolunu tuttular. 

Daha kapıdan içeri girer girmez alev buharıyla karşılaştı.

Kaynayan lavlara bir adım kalmıştı ki, bir kişi çaresiz adamın gözlerini iki elleriyle kapayıverdi “durun bunları yakamazsınız o bunları bana emanet etmişti. Ben bu gözlerle renkleri gördüm, kelebeklerin, kuşların uçmasını seyrettim özgürlük ne demek onun gözleri sayesinde anladım.  Gördüğüm her şeyde yaratanı bu adamın bağışladığı gözlerle gördüm, tefekkür ettim”, hemen peşinden iki el böbreklerine sarıldı, “o böbreklerini bize bağışladı, ne olur yakmayın. Siz doyasıya su içememek ne acı, bilir misiniz? Bir diğer elin sahibi şöyle devam ediyordu;  O beni makinelere bağımlı yaşamaktan kurtardı?  Onlar benim yakmanıza asla izin vermeyeceğim” diye haykırdı.

Damarlarındaki kan buz tutmuş,  daha önce vücudunu ısıttığı halde şimdi bedenini alevlerden korumak için soğutucu görevi yapıyordu. 

Genç adam şaşkın bir haldeydi.

O sağlığında düzenli şekilde kan bağışında bulunur, hasta bedenlerin imdadına yetişirdi. O biliyordu ki kanın fabrikası yoktu. Tek kaynağı sağlıklı insanlardı.

Korku.. Endişe.. Panik.. Ümit.. her şey birbirine karışmıştı. Bir taraftan da çaresizce haykırıyordu “Ne olur bir şans verin, tüm borcumu ödeyeceğim, son bir şans” diyordu.

Korkudan taş kesilmişti adeta, kan ter içinde olduğu yerde debelenip durdu, gözlerini sımsıkı kapattı, elleriyle korumak isterken biraz önce gözlerini tutan ellerin olmadığını fark etti. 

Kul olmanın bilinci ve şuuru ile hareket etme vakti idi. Manayı keşfetmenin huzuru,  şükrü gerektirir. O da sadece şükrediyordu. 

Hanımı neler olduğunu öğrenmeye çalışıyor, eşinin bu kadar çok şükür etmesi garibine gitmişti.

Hanımıyla konuştu; “hani sen organlarımı bağışladım diye bana kızıyordun ya,  işte benim yaptığım o bağış en büyük iyilikmiş, beni de o kurtardı” diyordu.

İnsan dünyadaki en özel varlık, yaratılmışlarında en güzeli.

Düşünki o sensin, ciğerlerin hasta, böbreklerin iflas etmiş, yüreğin marazlı

Düşünki bir çocuk nefes alamıyor.. 

Bir insan yarım, 

Tatsız tuzsuz bir hayat..

Ya da aranan kan bulunamadığı için sönen bir hayat...

Düşünki bir insan her gün çaresizlik içinde ölümü bekliyor.. 

Hayattayken yapacağımız en güzel iyilik; organlarımızı bağışlamak. Kendimiz öldüğümüzde kimine göz, kiminde göz, kiminde ciğer, kiminde böbrek olarak yaşamak ve yaşatmak.

Bir iyilik, hem kendimize, hem de hiç tanımadığımız insanlara bir iyilik yapmak, giderken birilerine müjde olmak. Hayatın kime ne getireceği belli olmaz. Senede en az üç defa kan vermeyi görev bilip, sağlıklı bedenimizin zekatıymış gibi düşünelim.

Sağlıklı ömürler diliyorum.