Rumeli kelimesinin etimolojisini araştıracak değilim, hem bu mesele –dilci olmadığım için- benim ilgi ve bilgi alanımın dışında. Ben “saf meşreb, sadedil –safi- derûn” bir uslüpla onun hayalimdeki izlerini takip etmeye çalışacağım. Hatırladığıma göre ilk izler sisli, silik, biraz masalımsı, dahası çocukluk hatıralarımla sarmaş dolaş bir şekildedir. Bize savuş-çalış diye emirler vererek dini bilgiler öğreten kocamış Mevlüt Hoca’yı ya da Mevlüt Dede’yi ve onun Urumeli hatıralarını unutmak, hatırlamamak mümkün mü? 1940’lı yılların sonları, 1950’li yılların başlarında Mevlüt Dede ile mal gütmeye giderdik. Dede, bana kalırsa hem hocam hem de arkadaşımdı. Köy halkının söylediklerine bakılırsa Dede 100 yaşını çoktan geçmişti ve ben 6-7 yaşlarında yumuşcul bir çocuktum, dediğim gibi biz arkadaştık! Böyle bir arkadaşlık köy yerinde az rastlanan bir şeydi, Mevlüt Dede Ben-i İsrail kelimesini o günlerde diline dolamıştı ve sürekli ağlardı. Ben-i İsrail devlet kurmuş, bu olay da kıyametin yaklaştığının işaretiymiş. Hoca işte buna ağlarmış! Tabii o günlerde Hoca’nın bu anlattıklarına henüz aklım yetmiyordu. Yaramazın Oğlu’nun Büyük Bahçe denilen tarlasında Dede gibi kocamış bir ahlat ağacının gölgesine bağdaş kurup oturur, arada bir ahlat ağacına takılır, laf atar, yarenlik ederdi.
-Ee mübarek ahlat ağacı! Sen beni bilirsin ben seni! Meyveleri er yetisice, gölgesi bol olasıca, söyle bakalım nasılsın arkadaş? der başlardı konuşmaya. Yanı başımızdan Gavur Arkı’nın gürül-gürül akan sularına bakar derinden bir of çekerdi.
-Yavru bu gözler neler gördü neler? Balkan savaşlarında tabur imamı olduğundan başlar ve devam ederdi.
-Yavru işte şu arktan boz bulanık akan su gibi kan aktığını aha şu gözlerimle gördüm. Allah o günleri bir daha kimseye göstermesin’ der ağzından, burnundan, gözlerinden akan yaşları, salyaları elinin tersiyle silmeye çalışırdı. Eğer tütün varsa Dede’nin neş’esi, keyfi yerinde demekti. Aşka gelir Şol Cennet’in Irmakları adlı ilahiyi okur ya da Hz. Ali Cenklerini anlatırdı.

Ali gitti Kayzer-i Rum üstüne
Cümlesini dine da’vet kastına.

Dedik ya bizim üslubumuz saf meşreb, sade-dil, saf-derun olacak, akademik labirentlere, çıkmaz sokaklara girmeyecek! Akademik labirentlere, çıkmaz sokaklara dalarsak, yazmamız çizmemiz zorlaşır. Gelin samimi olalım, kendimiz olalım ve böyle üretelim. Boşuna mı diyorlar, üniversiteler bilimi, doktorlar sağlığımızı, hukukçular adaleti kirletiyorlar! Bu söz bugünler için biçilmiş kaftan, aha size pişti! Akademisyenler, hukukçular, tıpçılar, başınızı avuçlarınıza alın ve limon gibi sıkın. İşlerinizin adı ne? Savunun kendinizi!
Mevlüt Dede’nin Binnaz Karı (bu kelime Garı okunmalıdır) adlı muhacir bir komşusu vardı. Binnaz Abam (çocuklar Binnaz Aba derlerdi) düğünlerin, imecelerin olmazsa olmazıydı. Binnaz Abam tut ki Türkücü başıydı. Elinden eksik etmeyeceği tefle genç kızları, özellikle taze gelinleri oynatmayı pek severdi. Binnaz Abamın dilinden düşürmediği, belli ki severek söylediği bir türküsü vardı. TRT’de türkü söyleyenlerden bildiklerime şuncağızı notaya alın, ben ölürsem (Mevlüt Dede, Binnaz Abam gibi) unutulup gidecek dedim.
Aldırış eden olmadı, ol sanatçılardan söz, sözen ve nida gelmedi. Gene iş başa düştü, belki birisi duyar, iz sürer de notaya alma hevesine düşer dedik! Belli mi olur. İşte türkümüzün güftesi, beğenmiyorsanız sözleri. Bestesi, melodisi bizde mahfuz. Buyurun baksın türkü sevdalıları, notaya alsınlar. Türkü meddahlığını yapacaklarına, halk türkülerimize, Rumeli türkülerimize bir gümüş halka daha ilave etsinler! Kötü mü olur?

Bulgar Dağında yatarım
Yorgan omzumdan atarım
Hem atarım hem tutarım
Yar gelmezse yar tutarım

Ezgili, üzgülü güz gülü yar yar
Yar yalınayak güz günü yar yar
Yar nalını yok kış günü yar yar
Ankara’nın yollarında

Muhacirin çadırları
Muhacire şart mıdır da
Yaratanın sabırları

Nakarat

Bilen bilir ve belki de itiraz edecek olur. Türkünün hece vezninde tutarsızlıklar var. Melodi devreye girince derlemeci bu eksiklikleri çözebilir. Belli ki türkümüz Rumeli’nden hicret eden muhacirlere ait. Neden olmasın hem çalıp çığıranlar da muhacirdi.
Yarenlik (Divertimento)
Rahmetli Topal Gümüş Emmim Kavak denilen muhacir köyüne düğün çalmaya gitmiş. Topal dememe bakmayın ha! Her tıkırtıya tokmak, çubuk sallayan usta bir davulcu... Davulunun kasnağını kısa bacağının üstüne koydu mu bırakın insanı, kurdu kuşu oynatır!
Topal Emmim oğlan evine oturmuş, gündüz davul çalar, gece altmışaltı oynar. Gel keyfim gel! Bir gün muhacirin biriyle altmışaltı oynamaya tutuşmuşlar bir tavuğuna. Yenilmiş. İki tavuğuna oyunu sürmüş. Topal Emmim bu ya! Bırakır mı? Ütüldükçe sürmüş oyunu. Beş tavuğuna derken, şansı dönmüş nasılsa kazanmış. Kazanır kazanmaz ayağa kalkmış sağlam bacağının üzerine dikilmiş ve galibiyet temennasını çakmış, oyun bitti arkadaş demiş! Bizim muhacir şaşırıp kalmış ve,
-Abe Gümüş Efendi dediler, dediler biz de inandık. Epten bakırmışsın beya! Demiş, her neyse düğüncüler araya girmişler de işi tatlıya bağlamışlar. 1949-1959 yılları arasında ilkokul okuma kitabında okuduğum Kirazlar adlı hikayenin kahramanı  Rumeli göçmeni Zehracık’ın hazin hikayesinin isteyerek geçiyorum. Yarenlik ettiğimize göre, hüzün buraya hiç yakışmaz!
Aslen Rumelili olup, üniversitede doktora yapan bir kardeşimiz, Rumeli’deki bir camii’de gördüğü ta’lik bir şiirin sonundaki, “ketebehu Ali” ibaresini “ketebehu alâ” şeklinde okuyarak, tereciye tere satmaya çalışmaz mı? Gene bu kardeşimiz “Ah minel-mevt” şikayetini “amin el mevt” şeklinde okumuş ve cehlin bu kadarı, ancak tedris ile mümkündür mealine mâsadak olmuştur. Büyük Osmanlı bu gibi durumlarda, az kelimeyle ne söylemiş bakalım, görelim!
Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der
Dün medreseye geldi,
bugün üstad olayım der
Yadlar ve Tatlar,
Dersaadet’e Han’a kala gelir
Ya vezaret ya sadaret uma gelir
Efendim yıllar akıp geçti ve Ulu Tanrım nasip ve müyesser etti. Belgrad (Beyaz Şehir) kalesinden, “kişver-i kafirden iman ehline” akıp giden Tuna’yı seyrediyorum. Aşık Çelebi’nin (1519-1571) muhteşem Tuna şiirini hatırlamamak mümkün mü? Acaba Necip Fazıl (1904-1983) üstadımızın Sakarya şiiri nereden etkilenmiş olabilir? Tevarüd, intihal kelimelerini yan-yana, alt-alta, üst-üste koyarak yeni bir edebiyat duvarı mı örsek? Otobüsün alnında hala Kule Kapı yazılı ve ben Rumeli türküsü tutturmuşum,
Çıkayım gideyin Urum eline
Arz-u hal vereyim
Mehmet Beylerbeyine
Kimleri sarayım yar senin yerine
Gizli gizli sevdalarımız aşikar oldu
Bize bu ayrılık
Mehmet Mevla’dan oldu.
Osmanlıyız ya, düzgün, dölek durmayanları hizaya sokmak gibi cihanşümül bir mefkuremiz vardı. Evel Allah o mefkuremizden bıkmadık. Şimdilerde dölek durmayanları, gün gelir, ettehıyyatına oturtmasını biliriz. Ne olmuş yani,
Kazara bir sapan taşı bir altın kâseyi kırsa
Ne kıymeti artar taşın ne kıymetten düşer kâse
Yarenlik (Divertimento)
Şaban Ağa Rumeli’den hicret edip Anadolu’nun ekeneği kıt bir kasabasına yerleşmiş. Bir evlek tarla vermişler. Tarlanın taşını ayıklamış, ikilemiş, üçlemiş, ekmiş, biçmiş fakat bir çift öküz bile bağlayamamış kapısına. Nihayet kocamış, yatağa düşmüş. Kızanlar helalleşmek için başına toplanmışlar.
-Abe Şaban Ağa (h)er Müslüman vaciptir, söyliyesen bir eşhedü! Şaban Ağa bir gözünü güçlükle aralayarak
-Sülemem! Demiş
-Abe kızan niçin sülemezsin (h)er müslümana…
Şaban Ağa,
-Ben küstüm Ona! Demiş.
Kızanlar
-Abe Şaban Ağa Ona küsülür mü? diye sorunca Şaban Ağa traji-komik şu cevabı vermiş
-Yoktur (h)azinesinde bir çift öküz? Vermedi bana! Demiş
Güler misin ağlar mısın? Orası size kalmış!
Necip Fazıl’ın gönlünü kaptırdığı  güzel (Sakarya) neyin simgesidir? Nereden filizlenmiştir? Öyle ya;
Eslaf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim
Bir meş’aledir devredilir elden ele
Beyaz adamın her devirde hayran olduğu Yunanlılar için söylediği bir söz vardır.
“Never take a gift from a Greek” Türkçesi, “Yunanlıdan asla hediye alma” (Tahta at masalı) akla geliyor. Zavallı Truvalılar! Aman Heredot Efendi duymasın bunu…
Lord Byron (1788-1824) bu sözü duymamış olamaz. Hadi duymadı diyelim, Yunan Yalanlarını da mı bilmiyordu? Sen tut her türlü epidemiden uzak İngiltere’de otur ve Yunan yalanlarına sevdalan! İngiltere’ye İngilizlere ne var, onun jeopolitiği müsait. Türkçemizde eskiden kullanılan –belki de ilk defa burada yazacağımız- şöyle bir söz var;
Kıyı bağ bozulunca orta bağ kıyı  bağ olur!
Tarih boyunca Anadolu’nun etrafı hep kıyı bağ olmuştur! Irak, Suriye kıyı bağlarına dikkat!
Jacop Burkhart (1818-1897) ünlü eserinde, Yunan yalanlarının aşikar örneği Yunan Mitolojisinin baştan sona encest (fücur) olduğunu söylemiyor mu? Lord Byron bunu da mı duymadı dersiniz? Byron’un Yunan İsyanını teşvik eden Chillon Mahkumları adlı sonesini okuduğum zaman, başımı limon gibi avuçlarıma alıp düşündüm. Ne yalan söyleyeyim şiir güzel ancak,
Dikkat! Şiirden dışarı sarkmak tehlikeli ve yasaktır!
Bu İngiliz’in, illuminati üyesinin derdi neydi acaba? Malum dert bizimdi ya tasası ona mı kalmıştı? Belli ki Yunanlılar Dömeke (1897) savaşından ders almayacaklardı. Bütün İngilizler Lord Byron gibi olacak değiller ya! Thomass More (1478-1535) gibi erdemliler de var. O More ki Ütopya’sını (1516), “yârin yanağındaki gülden gayrı her şey ortak” diyen Şeyh Bedreddin’den (-/1420) bilmem kaç yıl sonra yazmış. Tek bir söz üzerine kellesini 8. Henry’ye (1491-1547)teslim etmiş.
Simavna kadısının kaderi ile More’un alın yazıları birkaç yönden birbirine benziyor. Rumeli’de Deli Orman bölgesinde dolaşırken Şeyhimiz’in buhurdan gibi tüten ruhunu aradım durdum ümitsizce! More’un ve Bedreddin’in gıpta ettiğim sonlarına ağladım.
Yarenlik (Divertimento)
Hazır Simavna Kadısı’nın sözünün dumanı  üstünde tüterken, o söze, uzaktan da olsa akraba bir hikâye ile Rumeli hatıralarının sonuna yaklaşmak istiyorum.
Bu divertimento da nereden çıktı demeyin. Bu müzik terimini Burhan Oğuz (1919-2009) kullanıyor, onu bunu bilmem adam araştırmacı, hem de bilgimize layık! Barış Manço’nun (1943-1999) dediği gibi doğruya doğru!
-Ahmet ile Mehmet tütün kaçakçısı, can-ciğer iki arkadaş. İki ayrı bedende bir ruh gibi. Kelle koltukta geziyorlar. Ahmet bir akşam geç vakit Mehmet’in evine gitmiş. Mehmet’in karısı Mehmet evde yok ama evi burada. Buyur etmiş içeri. Karnını doyurmuş, yavan yaşık, Allah ne verdiyse! Ev bir göz yatakları yan yana sermiş. Yatmışlar. Kadın, bu erkek milletine güven olmaz diye her ihtimale karşı kamasını yanına alıp yatmış.
Kadının tahmini doğru çıkmış. Ahmet gece yarısı arkadaşının karısına sarkıntılık etmiş! Mehmet’in karısı hazırlıklı kamayı çekmiş Ahmet’in böğrüne dayamış;
-Ulan alçak, yat yattığın yerde yoksa seni sırım gibi dilim dilim dilerim ha’ demiş. Ahmet yatağın içinde kaybolmuş. Sabaha doğru Mehmet gelmiş, karısı sofrayı  kurmuş, Allah ne verdiyse dökmüş kocasının önüne!
-Misafirin var! deyince Mehmet,
-Çağır gelsin ekmeğimizi yiyelim demiş. Karısı,
-Gelmiyor, utanıyor! Demiş. Kocası neden utandığını sorunca karısı olanları olduğu gibi anlatmış. Bunun üzerine Mehmet sofranın başından kalkıp, arkadaşının başucuna dikilmiş, yorganı üstünden çekmiş ve gülerek,
-Kalk ulan Ahmet kalk! Bu benim karı var ya, gönlü olmayınca benimle bile yatmaz. Sen buna mı utanıyorsun? Kalk Ahmedim kalk ekmeğimizi yiyelim demiş.
Bu olayı anlatanlar yemin billah ederlerdi, Ahmet birkaç ay sonra utancından çatlamış ölmüş. Siz şimdi hakem olun bakalım. Kim daha erdemli? Mehmet’in karısı  mı, Mehmet mi, Ahmet mi? Anlatsam öldürürler, anlatmazsam ben ölürüm sözüne dayanarak cesaret ettim. Bu yarenlik de Rumeli hatıralarımın arasına her nasılsa karışmış. Ne demiş eskiler? Hoş gör yahu!
Ey gül-i sadberk, gülşen-i melahat
Gitti ah ah
Ah Rumeli, her kapıda bir gülfidanı bıraktığımız Rumeli. Türkülerden tutun da, mezar taşlarına kadar gül kokusu sindirdiğimiz Rumeli. Kültürün tanımının tabiatı insanlaştırmak olduğunu kabul edersek, her karış toprağında biz olduğumuz Rumeli.
Her karış toprağına can ektiğimiz mübarek Rumeli. Her karış toprağına güzellik bağının yüz yapraklı güllerini belediğimiz şu bizim Rumeli! Ayaklarım bastığı yerlerden af dileyerek dolaşırken, bir mezar taşında çok zarif, çok kıvrak bir ta’lik hatla yazılmış, güzellik bağının yüz yapraklı gülü kim idi acaba diye sordum durdum. Bir genç kız, bir sevgili, vefalı bir eş, dost, arkadaş, yoksa Rumeli’nin bizzat kendisi mi? Haydi hayalime hayal katarak birlikte düşünelim!
EY GÜL-İ SADBERK, GÜLŞEN-İ MELEHAT
RUMELİ, GİTTİN AH AH…